Yıl 2147 İnsanlık, Dünya'dan vazgeçmek zorunda kaldı. Altı kişilik özel bir ekip, insanlığın yeni evi olması umuduyla yola çıktı. Rota: Miradax. Ama uzay, her zaman planlara sadık kalmaz. Yolculuk sırasında yaşanan beklenmedik teknik aksaklıklar, mürettebatı bilinmeyen sınavlarla yüzleşmeye zorlayacak. "Umut Yolu", yalnızca bir keşif değil; insan doğasının, bilimin ve duyguların sınandığı bir hayatta kalma hikayesi.
- Tür: Bilim Kurgu - Keşif ve Hayatta Kalma
- Atmosfer: Gerilim, gizem, tehlike ve keşif heyecanı.
Devasa Dünya Uzay Limanı'nın ana terminali, bir mahşer yerini andırıyordu. Binlerce insan, bir umuda tutunmanın verdiği coşkuyla, geride kalmanın hüznünü aynı anda yaşayan bir duygu yumağıydı. Kameraların acımasız flaşları Gizem'in gözlerini kamaştırıyor, muhabirlerin boğuk sesleri uğultuya karışıyordu. I.K.S.(İnsan Koloni Servisi) Umut Yolu'nun altı kişilik mürettebatından biri olarak, insanlığın belki de son şansını taşıyan bu devasa gemiyle bilinmeyene doğru yola çıkmak üzereydi. Bu tarihi anın bir parçası olmanın buruk gururu, göğüs kafesini sıkıştırıyordu.
Son kez annesinin kırılgan bedenine sarıldı. Kulağına fısıldanan dualar, babasının titreyen eliyle sırtını sıvazlayışı... Bu anlar, zihnine kazınan ve belki de uzun, karanlık yolculukta ona güç verecek son sıcak hatıralardı. Gözyaşlarını tutmak için dudaklarını ısırdı. Güçlü görünmeliydi, hem ailesi hem de birazdan omuzlayacağı sorumluluk için.
"Kendine iyi bak, canım kızım" dedi annesi, sesi yaşlarla boğulurken. Altın sarısı saçlarını okşadı. Gizem'in en belirgin özelliklerinden biriydi bu saçlar; güneş vurduğunda adeta kendi ışığını saçan, canlı birer iplik yumağı.
Babası ise sadece, "Güveniyoruz sana," diyebilmişti. O tok, her zaman güven veren sesindeki titreşim, Gizem'in kalbine bir hançer gibi saplanmıştı.
Ayrılık anının keskin acısı içini yakarken, bakışları kalabalığın arasında bir anlığına Arda'yı aradı. Onu görememişti. Muhtemelen o da kendi ailesiyle vedalaşıyordu. Arda... Bu isim bile kalbinin ritmini değiştirmeye yetiyordu. Hayır, diye geçirdi içinden, kendini azarlarcasına. Sadece yakın arkadaşız. Bu kadar. Ama bu yalanı kendine kaçıncı kez söylediğini saymayı bırakmıştı.
Terminalin karmaşasından sıyrılıp mürettebat için ayrılan steril koridorlara geçtiğinde, derin bir nefes aldı. Burası daha sakindi, daha profesyonel. Ama havada yine de elektrik yüklü bir beklenti vardı. Son kontroller yapılıyor, son talimatlar veriliyordu. Birazdan hayatının en büyük yolculuğuna çıkacaktı. Belki de insanlığın en büyük yolculuğuna.
Gemideki kişisel kompartımanına girdiğinde, kapıyı arkasından kilitleyip sırtını dayadı. Üzerindeki resmi tulumun ağırlığı, omuzlarına binen sorumluluğun fiziksel bir yansıması gibiydi. Birkaç saati vardı. Son bir kez kendine gelmek, zihnini toplamak için. Küçük banyoya doğru yürüdü. Sentetik kumaş teninden sıyrılırken, bir an için çıplaklığının verdiği özgürlükle rahatladı.
Su, ayarlanabilir sıcaklıkta tenine vururken gözlerini kapadı. Suyun sesi, dışarıdaki dünyanın gürültüsünü bir nebze olsun bastırıyordu. Burada, bu küçük, buharla kaplı kabinde, sadece Gizem vardı. Yirmi bir yaşında, insanlığın umudunu sırtlamış bir kadın. İncecik beli, antrenmanlarla şekillenmiş atletik vücudu, su damlaları altında parlıyordu.
Buharın arasında, Miradax'ın hayali belirdi zihninde. Yeşil ovalar, masmavi gökyüzü, belki de Dünya'dakilere hiç benzemeyen, egzotik yaşam formları... Alya'nın bu konudaki tutkusunu anlıyordu. O, bu görevi insanlığın kaderini değiştirecek bilimsel kanıtları bulma misyonu olarak görüyordu. Gizem içinse Miradax, daha kişisel bir kaçıştı. Nefes alınabilir bir hava, üzerinde özgürce koşulabilecek topraklar, belki de... belki de Arda ile gerçekten 'sadece arkadaş' olmanın ötesine geçebileceği bir yer. Bu düşünceyle yanaklarının kızardığını hissetti. Aptallık ediyordu. Arda onun bu derin hislerinden tamamen habersizdi. Onun için Gizem, sadece güvendiği, zeki bir dosttu. Ve bu gerçek, bazen suyun sıcaklığından daha fazla yakıyordu canını.
Son altı aydır bu içsel savaşla yaşıyordu. Daracık kokpitte, görev simülasyonlarında, eğitimlerde sürekli yan yanaydılar. Arda'nın dağınık kumral saçları, bir şeyleri analiz ederken kısılan meraklı gözleri, sakin ama kendinden emin sesi... Her detayı zihnine kazınmıştı. Ona olan bu çekim, mantığına sığmıyordu. Kendini hep pratik zekalı, hızlı düşünen, çözüm odaklı biri olarak görmüştü. Aşk, onun için denklemin bilinmeyen, gereksiz bir parçasıydı. Ama Arda söz konusu olduğunda, tüm mantığı devre dışı kalıyordu.
Suyun altında biraz daha kaldı, zihnindeki karmaşayı akıtıp götürmesini umarcasına. Ama Arda'nın hayali, tenindeki su damlaları gibi inatçıydı. Çaresizce gülümsedi. Belki de bu uzun yolculuk, ona bu hislerle başa çıkmayı öğretirdi. Ya da belki de... her şeyi daha da karmaşık hale getirirdi.
Duştan çıktığında, kendini daha dinç hissediyordu. Havluyla saçlarındaki fazla suyu alırken, aynadaki yansımasına baktı. Mavi gözlerinde artık daha fazla kararlılık vardı. Evet, korkuları vardı, kişisel zaafları vardı. Ama aynı zamanda bu göreve seçilmesini sağlayan yetenekleri ve azmi de vardı. Yardımcı pilot olarak gemiyi uçuracak, acil durumlarda tıbbi müdahalede bulunacak, protokolleri denetleyecekti. İnsanlara yardım etmek, yeteneklerini kanıtlamak için buradaydı. Ve evet, itiraf etmese de, Arda'nın yanında olmak için.
Standart gri tulumunu üzerine geçirirken, artık geride bırakacağı her şeyi zihninin bir köşesine itmeye çalıştı. Annesi, babası, Dünya'daki boğucu atmosfer, kişisel karmaşaları... Artık sadece görev vardı.
Kokpite girdiğinde, Poyraz'ı her zamanki gibi komuta koltuğunda, dimdik otururken buldu. Kırlaşmaya başlamış gür saçları ve yüzüne sert bir ifade katan bakımlı sakallarıyla tam bir otorite abidesiydi. Üzerindeki üniforma tek bir kırışıklık bile barındırmıyordu. Gizem'i görünce başıyla kısa bir selam verdi.
"Hazır mısın, Astsubay Gizem?" sesi her zamanki gibi net ve sorgulanamazdı. Poyraz, kırk bir yaşında, sayısız görevde pişmiş, deneyimli bir uzay pilotuydu. Disiplinliydi, görev odaklıydı ve lafını asla esirgemezdi. Özellikle genç mürettebatın en ufak bir laubaliliğine tahammülü yoktu. Gizem, onun bu sert mizacına alışmıştı, hatta bazen bu otoriter tavrın altında yatan, mürettebatının güvenliğine dair derin endişeyi hissedebiliyordu. Ama bu, sık sık sürtüşmelerine engel olmuyordu tabii. Özellikle Gizem'in sabırsız ve bazen düşünmeden hareket etme eğilimi, Komutan'ı çileden çıkarabiliyordu.
"Hazırım, Komutanım," dedi Gizem, sesine kendinden emin bir ton katmaya çalışarak.
Yanındaki yardımcı pilot koltuğuna geçti. Arda da kendi konsolundaydı.. Dağınık kumral saçları alnına dökülmüş, gözleri önündeki çoklu monitörlerde geziniyordu. Zayıf sayılabilecek, sıska bir yapısı vardı ama Gizem onun ne kadar çevik ve dayanıklı olduğunu simülasyonlardan biliyordu. Yirmi yaşındaydı ama gözlerindeki o keskin zeka ve hafif yorgunluk, onu olduğundan daha olgun gösteriyordu. Her zamanki gibi sakindi, düşünceli ifadesi yüzüne yapışmıştı. Heyecanını asla belli etmezdi. Gizem'in kalbi yine o tanıdık, aptalca ritmini tutturmuştu. Ona bakarken yakalanmamak için hızla kendi konsoluna döndü.
Koridorlarda bir koşuşturmadır gidiyordu. Mühendislerin sesleri, anonslar, metalik tıkırtılar... Emre'nin, geminin baş mühendisinin sesi interkomdan duyuldu bir ara. Uzun boylu, geniş omuzlu, kaslı bir adamdı Emre. Tam bir görev adamı. Pek konuşkan değildi ama işini mükemmel yapardı. Poyraz'a büyük saygı duyar, emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getirirdi. Şu anda da makine dairesinden gelen bir onayı Poyraz'a iletiyordu, yüzünde her şeyin kontrol altında olduğuna dair o sakin, güven veren ifade vardı. Gizem, Emre'nin varlığının bile gemiye bir tür sessiz güvence verdiğini düşündü.
Tam o sırada, iletişim konsolunda son kontrolleri yapan Meryem'i gördü. Ortalama boylu, delici ve her zaman bir şeyler hesaplar gibi bakan keskin bakışlara sahip bir kadındı Meryem. Yirmi beşindeydi ama sanki çok daha fazlasını görmüş geçirmiş gibi bir havası vardı. Kusursuz toplanmış koyu renk saçları, kontrollü duruşu ve nadiren gülümseyen yüzüyle her zaman bir mesafe ve gizem yansıtırdı. Yanından geçen Alya'ya doğru eğilip bir şeyler söylediğini fark etti Gizem.
Alya, yaklaşık 1.65 boyunda, narin ama şaşırtıcı derecede dirençli bir yapıya sahip, tutkulu bir xenobotanistti(Uzaylı veya yabancı gezegen bitkilerini inceleyen bilim insanı). Koyu kestane saçlarını pratik bir topuz yapmıştı, kahverengi gözleri her zaman bir merakla parlardı. Şu anda dikkati tamamen elindeki veri tabletindeydi. Miradax'taki olası yaşam formlarına o kadar odaklanmıştı ki, etrafındaki hiçbir şeyin onu dağıtmasına izin vermiyordu.Gizem Meryem'in ne dediğini duyamamıştı ama Meryem'in yüzündeki o küçümseyici gülümsemeden, yine iğneleyici bir yorum yaptığı belliydi. Meryem, başkalarının başarılarını küçümseme ve kendi yeteneklerini abartma eğilimindeydi. Gizem, onun Alya'nın bilimsel tutkusuna veya belki de kendisine, Arda ile olan -tek taraflı da olsa- yakınlığına içten içe haset duyduğunu seziyordu. Alya ise Meryem'i duymamış gibi yaparak kendi hazırlıklarına devam etti.
"Tüm sistemler kalkış için yeşil," dedi Arda, sesi her zamanki gibi duygudan arınmış, netti. "Yörünge vektörleri hesaplandı. Geri sayıma hazırız."
Poyraz başıyla onayladı. "Güzel. Gemi geneline anonsumu yapacağım." Bir düğmeye bastı ve tok sesi tüm gemiyi doldurdu. "Mürettebat, ben Komutan Poyraz. Tarihi bir görevin eşiğindeyiz. Önümüzdeki yol uzun ve meşakkatli olacak. Sizlerden tek istediğim, disiplin, görev bilinci ve birbirinize destek olmanız. Dünya bizden umut bekliyor. Onları hayal kırıklığına uğratmayacağız. Şimdi, yerlerinize ve kalkış için hazır olun."
Konuşma bittiğinde, kokpitte bir anlık sessizlik oldu. Sonra o mekanik, heyecan verici ses duyuldu: "Tüm birimler, kalkış için geri sayım başlıyor. On... dokuz... sekiz..."
Gizem'in kalbi göğüs kafesine sığmıyordu. Ellerini kontrol paneline kenetledi, parmak uçları buz kesmişti. "Yedi... altı... beş..." Yan gözle Arda'ya baktı. O hala sakindi, monitörleri izliyordu. Ama Gizem, onun da çene kaslarının hafifçe gerildiğini fark etti. O bile bu anın ağırlığını hissediyordu. "Dört... üç... iki... bir..."
"Ateşleme!"
Devasa gemi sarsılmaya başladı. Motorların sağır edici gümbürtüsü tüm hücrelerini titretti. İtme kuvveti onu koltuğuna yapıştırmıştı. Gözlerini bir anlığına pencereye çevirdi. Uzaklaşan, giderek küçülen, mavi ve beyaz bir bilyeye dönüşen Dünya... Gözlerinin dolduğunu hissetti ama ağlamadı.
"Atmosfer çıkışına yaklaşıyoruz," dedi Arda, sesi titreşimden dolayı biraz boğuk çıkıyordu. "Stabilizasyon normal."
Gizem yutkundu. "Anlaşıldı." Aralarındaki bu kısa, profesyonel diyaloglar bile ona bir tür güven veriyordu. Görevin ciddiyeti ve aralarındaki o görünmez bağ... Arda, her zamanki gibi analitik bir tespitte bulundu: "Yerçekimi etkisi beklenenden yüzde iki daha hızlı azalıyor. Sistemlerimiz kompanse ediyor."
Gizem ona hafifçe gülümsedi. "Her detayı fark ediyorsun, değil mi?"
Arda, o nadir anlardan birinde, göz ucuyla ona bakıp hafifçe karşılık verdi. "İşim bu." Sonra tekrar monitörlerine döndü. Bu kısacık etkileşim bile Gizem'in içini ısıtmaya yetmişti.
Son bir sarsıntıyla, o muazzam ağırlık hissi kayboldu. Yerçekimsizliğin tuhaf hafifliği bedenini sarmıştı.
"Atmosferden çıktık," dedi Poyraz'ın sesi, rahatlamış ama hala otoriterdi. "Yörüngeye oturduk. Rota: Miradax."
Gizem, pencereden dışarı baktı. Sonsuz bir karanlığın ortasında, elmas tozları gibi serpilmiş milyarlarca yıldız... Nefesini tuttu. Dünya artık uzak bir hayal gibiydi. İçinden bir ses fısıldadı: "Artık geri dönüş yok."
Yavaşça başını Arda'ya çevirdi. O da aynı sonsuzluğa bakıyordu. Gözlerinde, daha önce hiç görmediği bir ifade vardı; bakışının ardında, derin bir merak ve belki de bir nebze huşu. Bir an için bakışları kesişti. Söylenmemiş kelimelerle, bilinmeyene doğru atılan bu dev adımın ortak ağırlığıyla dolu bir andı bu. Sonsuzluğun ortasında, iki genç insan, insanlığın umudunu taşıyan bir gemide, ortak bir kadere doğru sürükleniyorlardı.
Dünya'dan ayrılalı haftalar olmuş, I.K.S. Umut Yolu, evrenin mürekkep karası enginliğinde bir hayalet misali süzülüyordu. Başlangıçtaki o coşkun heyecan, yıldızlararası yolculuğun ağır ve tekdüze ritmine kendini çoktan bırakmıştı. Zaman, geminin yapay şafakları ve alacakaranlıkları, vardiya değişimlerini haber veren siren sesleri ve yemekhane koridorlarında yankılanan seyrek adım sesleriyle ölçülüyordu. Haftalar önce, gemi kayıtlarına "önemsiz bir enerji dalgalanması ve kısa süreli sensör paraziti" olarak geçen, bilinmeyen bir kozmik bulutsunun kenarından teğet geçmişlerdi. O an bu durum önemsiz bir detay olarak görülmüştü.
Gizem için hayat, kokpitin alıştığı metalik kokusu, kontrol panelindeki ışıkların sessiz dansı ve uzayın sonsuzluğuna açılan devasa pencere arasında geçiyordu. Pilotluk vardiyaları uzun ve derindi; geminin yaşam destek sistemlerinin hafif uğultusu ve kendi nefesinin ritmi dışında pek az sesin böldüğü bir sükunet hakimdi. Böyle anlarda zihni, kontrolsüzce sürüklenir, düşünceler arasında gezinirdi. Kâh kendini Miradax'ın hayalini kurduğu zümrüt vadilerinde, ciğerlerine taptaze bir özgürlük çekerken bulur, kâh pencereden görünen uzak bir galaksinin soluk ışıklarına takılır, evrenin akıl almaz büyüklüğü karşısında kendi varlığının ne denli küçük olduğunu hissederdi. Arada bir, geminin derinliklerinden geldiğini düşündüğü, metalin yorgun ve ritmik olmayan bir iniltisini andıran sesler duyar gibi olurdu.
Yemekhane, mürettebatın nadiren bir araya gelip birkaç kelam edebildiği ender sığınaklardandı. Alya, yine elindeki veri tabletiyle bir köşeye ilişmiş, Miradax'tan geldiğine inandığı verilerdeki her yeni grafiği Poyraz'a rapor etme telaşındaydı. "Komutanım," derdi, gözleri bir spektral analizdeki umut verici bir anomaliyle parlarken, "Bu, klorofil benzeri bir pigmente işaret ediyor olabilir! Belki de ilkel bir bitki örtüsü..." Poyraz, genç bilim insanını sabırla dinler, başıyla onaylar, nadiren de olsa yüzünde belli belirsiz bir takdir ifadesi belirirdi. Gizem, bu anlarda, genellikle tek başına oturan Meryem'in masasından Alya'ya doğru yönelen küçümseyici bir bakış yakalardı. Meryem, dudaklarında o her zamanki alaycı tebessümle, elindeki kaşığı yavaşça tatlısına daldırır, sanki tüm bu umutların ne kadar beyhude olduğunu düşünür gibiydi. Onun bu tavrı Gizem'in canını sıksa da, Meryem'in keskin zekâsına saygı duyardı; yine de bu küçümseyici tavırları ve başkalarının heyecanını baltalama huyu dayanılmazdı. Belki de bu tavrın ardında, Gizem'in tam adlandıramadığı bir eksiklik, belki de başkalarının umuduna karşı bir tür savunma mekanizması yatıyordu. Ama bunu kurcalamak, Meryem'le gereksiz bir gerginlik demekti.
Geminin dar ve uzun koridorlarında Arda ile bazen aniden karşılaşırlardı. O anlarda Gizem, içinde bir şeylerin hızla yer değiştirdiğini hisseder, sözcükler boğazına dizilirdi. Arda ise her zamanki gibi sakin bir selam verir, işle ilgili kısa bir soru sorar, sonra da yoluna devam ederdi; Gizem'in içinde kopan o anlık fırtınadan bihaber. "Sadece iyi bir meslektaş," diye telkin ederdi kendini Gizem, kalbinin ritmi hızlanırken. "Zeki bir stratejist, hepsi bu." Ama bu sözler, hissettiği o derin ve karmaşık çekimin yanında ne kadar da yetersiz kalıyordu.
Komutan Poyraz, gemideki disiplini asla elden bırakmıyordu. Özellikle Gizem ve Arda gibi genç mürettebatın bazen dikkatsiz olabileceğine dair endişelerini dile getirirdi. Bir sabah brifinginde, bir önceki vardiyada enerji tüketim raporlarındaki küçük bir sapmayı işaret ederek, "Bu gemi, insanlığın son umudu olabilir," demişti, sesi çelik gibiydi. "En ufak bir gevşeklik, en küçük bir hata, hepimizin sonu anlamına gelebilir. Sizden mutlak dikkat ve kusursuz bir görev bilinci bekliyorum." Sözleri doğrudan kimseye yönelik olmasa da, Gizem üzerine alınmıştı. Poyraz'ın haklı olduğunu biliyordu, görevin ciddiyetinin farkındaydı. Ama o sert, neredeyse suçlayıcı tonu, içinde bir yerlerde istemsiz bir direnç oluşturuyordu.
Geminin çeşitli sistemlerinde ara sıra ufak tefek, başlarda önemsenmeyen aksaklıklar baş göstermeye başlamıştı. Bir koridorda aniden titreyen bir ışık, yaşam destek ünitesinden gelen alışılmadık, hafif bir gıcırtı, iletişim panelinde anlık parazitler... Emre, bu tür sorunları her zamanki sessiz ve etkili tarzıyla gideriyor, Poyraz'a "rutin bakım" raporları veriyordu. Ancak bu küçük, birbirinden bağımsız gibi görünen arızaların sıklığı artmaya başlamıştı. Gizem'in içine adını koyamadığı bir huzursuzluk salmıştı. "Bu gemi gerçekten kusursuz mu?" diye düşünmeden edemiyordu. Son teknoloji bir yapıydı ama sonuçta insanoğlunun elinden çıkmıştı. Ve insan yapımı her şeyde bir hata payı olabilirdi.
Son günlerde, bazı mürettebat üyelerinde, özellikle uzun ve yorucu vardiyalardan sonra hafif baş ağrıları ve açıklanamayan bir bitkinlik görülmeye başlamıştı. Alya, bir keresinde laboratuvarda neredeyse masasına yığılmıştı. Emre bile, bir bakım sonrası alnını farkında olmadan ovuştururken görülmüştü. Gizem, kendisinin de normalden daha çabuk yorulduğunu, sabahları ne kadar uyursa uyusun dinlenmiş hissetmediğini fark etmişti. Geminin tıp protokol sorumlusu olarak bu durumu not almış, standart uzay yolculuğu adaptasyon sorunlarının ötesinde bir gariplik sezinlemişti. Yaptığı ilk taramalarda belirgin bir patojen, virüs ya da bakteri bulamamıştı. Belki de yaşam destek sisteminin hava filtrelerinde fark edilmeyen bir verimsizlik başlamıştı, ancak sensörler hala her şeyin normal aralıkta olduğunu gösteriyordu.
Gizem'in içindeki o belli belirsiz, ritmik olmayan ses ve mürettebattaki halsizlik, birkaç gün içinde tüm gemiyi saran bir endişeye dönüşmüştü. Baş ağrıları artık daha sık ve yoğundu. Gizem, tıp protokol sorumlusu olarak durumu ciddiyetle ele aldı. Geminin gelişmiş tıbbi tarayıcılarında saatlerini harcıyor, kan örneklerini defalarca analiz ediyor, mürettebatın bireysel sağlık verilerini karşılaştırıyordu. Sonuçlar sinir bozucuydu: Belirgin bir patojen yoktu. Sadece genel bir sistemik stres, yeterli sıvı alımına rağmen dehidrasyon belirtileri ve anlaşılmaz bir yorgunluk. "Bu çok garip," diye mırıldandı bir gece geç saatte. "Hava kalitesi sensörleri normal, ama insanlar... insanlar iyi değil. Sanki görünmez bir şey onları içten içe tüketiyor."
Tam da o sıralarda, Arda analiz istasyonunda, geminin genelindeki farklı sistemlerde birbiriyle alakasız gibi görünen ama giderek artan bir verimsizlik, hata oranı ve yapısal stres okumaları tespit etmişti. Enerji tüketimindeki dalgalanmalar artmış, bazı devrelerde beklenmedik dirençler oluşmaya başlamıştı. Geminin seyir defterini ve sensör kayıtlarını geriye dönük taradığında, haftalar önceki o "önemsiz" kozmik bulutsu geçişiyle bu artan arızalar arasında rahatsız edici bir zamansal korelasyon fark etti. "Gizem," dedi yanına gelen Gizem'e, yüzü solgundu, gözlerinin altında koyu halkalar oluşmuştu. "Sorun sadece enerji değil. Navigasyon, iletişim, hatta YS-09'un bazı alt sistemlerinde bile... mikroskobik düzeyde ama yaygın bir bozulma örüntüsü var. Sanki... sanki gemi yavaş yavaş çözülüyor."
Dehşetle Emre'nin yanına koştular. Emre, Arda'nın verilerini ve Gizem'in tıbbi gözlemlerini duyunca yüzü gölgelendi. "YS-09'da kullanılan yeni nesil biyo-membranlar ve geminin yapısal alaşımları sözde her türlü kozmik radyasyona ve parçacığa dayanıklıydı," dedi düşünceli bir şekilde. Saatler süren, ter ve metal kokusu içinde geçen yoğun incelemelerden sonra, Emre ana mühendislik kompartımanında, geminin ana iskeletinden aldığı bir metal örneğini elektron mikroskobunda incelerken dehşetle doğruldu. "Komutanım, Arda... Gizem..." dedi sesi titreyerek Poyraz'a ve diğerlerine. "Bu bir arıza değil. Bu... bu moleküler düzeyde bir parçalanma. O haftalar önce geçtiğimiz bulutsu... sanırım bilinmeyen bir tür ekzotik parçacık veya radyasyon yayılımıydı. Geminin temel yapı malzemeleriyle, özellikle de YS-09 gibi hassas sistemlerin kritik bileşenleriyle reaksiyona girmiş. Alaşımların kristal yapısı bozuluyor, polimerler çözünüyor, devre kartlarındaki iletkenler... adeta tozlaşıyor. Gemi... gemi kendi kendini yiyor. Ve bu süreç hızlanıyor."
Gizem'in beyninde şimşekler çaktı. Mürettebattaki semptomlar! Eğer geminin kendisi çürüyorsa, YS-09 yaşam destek ünitesi de bundan nasibini alıyordu. "YS-09!" diye haykırdı. "Eğer YS-09'un filtreleri ve arıtma membranları da bu moleküler parçalanmadan etkileniyorsa... su!" Geminin YS-09 sistemine o kadar güvenilmişti ki, acil durumlar için stoklanan şişelenmiş temiz su miktarı çok azdı; YS-09'un kendi küçük rezervuarı da ancak kısa süreli kesintiler için tasarlanmıştı.
Emre acı bir şekilde başını salladı. "Doğru. YS-09'un verimliliği son birkaç günde logaritmik olarak düşmüş. Membranlar parçalanıyor. Su tam olarak arıtılamıyor, hatta parçalanan membranlardan suya tanımlanamayan mikro-partiküller karışıyor olabilir. İçtiğimiz her yudum... bizi yavaş yavaş zehirliyor olabilir ya da en azından vücudumuzun direncini kırıyor." Bu sadece bir teknik arıza değildi; bu, geminin kendisinin ölümü ve mürettebatın hayatını doğrudan tehdit eden, hızla yayılan bir felaketti.
Bulgularını ve korkunç gerçeği sarsılarak Komutan Poyraz'a aktardılar. Gizem, tıbbi değerlendirmesini buz gibi bir sesle özetledi: "Komutanım, sorun geminin yapısal bütünlüğünde ve bu doğrudan YS-09'u da etkiliyor. Haftalardır farkında olmadan hem geminin içinden salınan toksik partiküllere maruz kalıyor hem de tam arıtılamayan suyu tüketiyor olabiliriz."
Poyraz'ın normalde sert olan hatları, duydukları karşısında tebeşir gibi beyazladı. Kontrolünü kaybetmemek için kendini zorlayarak, "Yedek yaşam destek sistemlerini derhal devreye sokun! YS-09'un yedek ünitelerini!" diye gürledi.
Emre'nin cevabı, son umut kırıntılarını da yok eden bir ağırlıkla geldi: "Komutanım... Sorun o kadar temel ve yaygın ki, yedek üniteler de aynı malzemelerden yapıldığı için onlar da bu moleküler parçalanmadan etkilenmiş durumda. Ana sistemdeki çürüme, yedek sistemlerin devreye alınmasını anlamsız kılıyor. Onları tam kapasite devreye almak, sadece parçalanma sürecini hızlandırır ve belki de daha fazla toksik madde salınımına yol açar. İki sistem de... bu özel tehdit karşısında savunmasız."
Gizem, Poyraz'ın çöken yüzüne bakarak acı gerçeği pekiştirdi: "Mevcut temiz su stoklarımız çok az. Arıtma olmadan... bir iki günümüz ya var ya yok. Parçalanan sistemlerden sızan zehirli suyu içmeye devam etmek ise... her yudumda bedenlerimizin biraz daha çürümesi, acı dolu bir sona doğru hızla sürüklenmemiz demek."
Dünya'ya geri dönüş ihtimali hiçbir zaman olmamıştı; bu gemi, yıldızlara doğru tek yönlü bir biletti. Şimdi ise, bu metal yapı, mürettebatın kaçınılmaz sonuna doğru ilerleyen bir tabuta dönüşmüştü. Ya bu klostrofobik koridorlarda, uzayın sonsuz, buz gibi karanlığında yavaş ve işkence dolu bir ölümle yüzleşeceklerdi ya da bir mucize olacaktı.
Alya, haberi duyduğunda laboratuvarının zeminine yığıldı. Miradax hayalleri, o yeşil ovalar... hepsi bir anda buharlaşmıştı. Meryem ise durumun vahametini kavradığında, yüzündeki o hesapçı ifade daha da belirginleşmişti. Gizem, onun bir ara kimseye fark ettirmeden kişisel veri tabletinden geminin kaçış podlarının durumunu ve acil durum protokollerini incelediğini sezdi; bakışları hızla etrafı tarıyor, seçenekleri değerlendiriyor gibiydi. Bu sessiz ve bireysel hayatta kalma çabası, Gizem'in canını sıksa da, ölümün soğuk nefesini enselerinde hissettikleri bu anda, yargılamak için doğru zaman değildi.
Gemide panik hızla yayılıyordu. Poyraz'ın sükunet çağrıları, fırtınadaki bir yaprak gibi etkisiz kalıyordu. Arda ve Emre, geminin kalan tahmini "yaşam süresini" hesaplamaya çalışıyorlardı. Yaptıkları ilk analizlere göre, geminin ana yapısal bütünlüğünü tamamen yitirmesi ve yaşam destek sistemlerinin tamamen çökmesi an meselesiydi; belki birkaç hafta, belki de sadece günler.
Poyraz, sonunda bitkin ve korkudan gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bakan mürettebatı köprüde topladı. Geminin ana ekranında, geminin yapısal bütünlüğünün kritik seviyeye düştüğünü gösteren kırmızı uyarılar yanıp sönüyordu. "Biliyorum... hepiniz korkuyorsunuz," dedi, sesi ilk kez bu kadar çaresizlikle titriyordu. Gizem, Emre ve Arda'nın raporlarını özetledi, geminin moleküler düzeyde parçalandığını, YS-09'un iflas ettiğini ve su kaynaklarının çok az olduğunu vurguladı. "Elimizde... elimizde tek bir seçenek kalmış olabilir." Eliyle konsoldaki bir düğmeye bastı. Ana ekrandaki kırmızı uyarıların yerini, bir yıldız haritası aldı. Haritanın ortasında, hakkında çok az şey bilinen, koyu renkli, atmosferi gizemli bir girdapla kaplı bir gezegen belirdi. "Arda'nın hesaplamalarına göre, geminin kalan gücüyle ulaşabileceğimiz tek yer burası." dedi Poyraz, kelimeler ağzından zorlukla dökülüyordu. "Hedef: Nyxera."
Ekrandaki gezegen, adeta bir bilinmezlik okyanusu gibi tüm umutları yutuyordu. Karanlık, çalkantılı atmosferi ve hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmeyen yüzeyiyle Nyxera, vaat edilmiş bir sığınak değil, adeta kaderin bir sonraki acımasız oyunu gibi görünüyordu. Gizem, o ismin ve o görüntünün zihnine kazındığını hissetti. Miradax'ın yemyeşil hayalleri, Nyxera'nın karanlığında boğulmuştu. Ve tıp uzmanı olarak biliyordu ki, bu bilinmeyen gezegen, kendi içinde bambaşka, belki de gemidekinden çok daha ölümcül tehlikeler barındırıyor olabilirdi. Ama gemi ölüyordu ve onlara başka bir şans tanımıyordu.
Poyraz'ın "Hedef: Nyxera," sözleri, köprünün buz gibi sessizliğinde bir mahkeme kararının son tokmağı gibi yankılanmıştı. Kimse konuşmuyor, kimse kıpırdamıyordu. Sadece geminin yaşam destek sisteminin zoraki uğultusu ve mürettebatın düzensiz, kesik kesik aldığı nefesler duyuluyordu. Miradax'ın hayali, bir daha geri dönmemek üzere zihinlerden silinmiş, yerine adı bile ürperti veren, bilinmezliklerle dolu o karanlık gezegenin hayaleti çökmüştü. Bu bir kabulleniş değildi; daha çok, bir idam mahkumunun celladının yüzüne son kez bakışı gibi, çaresiz bir teslimiyetti.
Geminin devasa gövdesi, uzayın sonsuzluğunda yavaşça yön değiştirirken, mürettebatın ruh hali de bu manevrayı takip ediyordu. Umut Yolu, artık bir umut gemisi değil, adeta bir cenaze alayının öncüsüydü. Koridorlar sessizleşmiş, yemekhanedeki masalar boş kalmaya başlamıştı. Herkes kendi kabuğuna çekilmiş, kendi korkularıyla, kendi hayal kırıklıklarıyla boğuşuyordu. Gizem, vardiyaları sırasında köprüde ya da koridorlarda karşılaştığı yüzlerde, daha önce hiç görmediği bir boşluk, bir tükenmişlik okuyordu. Bu, sadece fiziksel yorgunluk değildi; bu, ruhun yorgunluğuydu.
Bir akşam, Gizem kendi kompartımanına doğru ilerlerken, Alya'nın kapısının aralığından boğuk hıçkırık sesleri duydu. Duraksadı. Alya, o her zaman bilimsel bir heyecanla parlayan, hayat dolu kadın... şimdi bir enkaz gibiydi. Gizem, bir an tereddüt etse de, kapıyı yavaşça tıklattı. Cevap gelmeyince, usulca içeri süzüldü.
İşte o an, gördüğü manzara Gizem'in kalbini bir mengeneyle sıkıştırmış gibi oldu. Alya, loş odasının zeminine çökmüş, dizlerini göğsüne kadar çekerek olabildiğince küçülmüştü. Başını, bacaklarının arasına, sanki dış dünyadan kendini tamamen soyutlamak istercesine gömmüştü; yüzü görünmüyordu, sadece ensesinden aşağı dökülen saçları seçilebiliyordu. Odası darmadağınıktı; Miradax'a ait yıldız haritaları, potansiyel yaşam formlarına dair notlar, hepsi yerlere saçılmış, bazıları yırtılmıştı. Sanki Alya, sadece hayallerini değil, tüm bilimsel birikimini, varoluş amacını da yok etmeye çalışmıştı. "Alya?" diye fısıldadı Gizem. Alya başını kaldırdı. Gözleri kan çanağına dönmüştü, yüzü gözyaşlarından ve çaresizlikten tanınmaz haldeydi. Gizem'i görünce, dudaklarından acı bir kahkaha firar etti; bu, deliliğin sınırlarında gezinen bir sesti.
"Bitti, Gizem... Her şey bitti!" diye haykırdı, sesi çatallı ve boğuktu. "O kutsal görev... insanlığın umudu... hepsi birer birer yalanmış! Çürümüş bir gemide, lanetli bir gezegene sürükleniyoruz! Miradax... benim Miradax'ım..." Kelimeler boğazında düğümlendi, yeniden hıçkırıklara boğuldu. Titreyen elleriyle saçlarını yoluyor, tırnaklarını avuç içlerine geçiriyordu. Teninde, kendi kendine verdiği zararın kızıl izleri belirmişti.
Bu, sadece bir hayal kırıklığı değildi; bu, ruhunun en derinlerinden gelen, varoluşsal bir çığlıktı. Alya'nın gözlerindeki o ifade... Gizem daha önce hiç kimsede böyle bir umutsuzluk, böyle bir yıkım görmemişti. Orada, o an, Alya'nın sadece ağlamadığını, bir parçasının öldüğünü anladı. Gizem, hızla yanına gidip diz çöktü. Ne diyeceğini bilemiyordu. Hangi kelime bu acıyı dindirebilirdi ki? Sadece, titreyen elleriyle Alya'nın omuzlarından tuttu, onu kendine doğru çekti ve sıkıca sarıldı. Alya, önce direnmeye çalıştı, sonra bir çocuk gibi Gizem'in omuzuna gömülüp ağlamaya devam etti. Vücudu, kontrolsüz bir şekilde kasılıyordu. Gizem, onun sırtını sıvazlarken, kendi gözyaşlarının da yanaklarından süzüldüğünü fark etti.
"Biliyorum," diye fısıldadı Gizem, Alya'nın kulağına. "Biliyorum, çok zor... Hepimiz için zor. Ama... ama yalnız değilsin." Basit kelimelerdi, belki de anlamsızdı. Ama o an, Alya'nın ihtiyacı olan tek şey, bir başkasının sıcaklığı, bir başkasının varlığıydı. Gizem, Alya'nın o sarsıcı kederini, o psikolojik travmanın tüm ağırlığını kendi teninde hissetti; bu, insanın içini titreten, ruhunu kanatan bir acıydı.
Birkaç gün sonra, Poyraz'ın emriyle tüm mürettebat köprüde toplandı. Amaç, Nyxera hakkında bilinen –ya da daha doğrusu bilinmeyen– her şeyi masaya yatırmaktı. Sunumu yapacak kişi Arda'ydı. Gizem, Arda'yı izlerken, onun da bu durumdan ne kadar etkilendiğini fark etmeye çalışıyordu. Her zamanki gibi analitik bir ifadeyle konsolunun başında duruyordu ama omuzları her zamankinden daha çöküktü, gözlerinde ise daha önce hiç görmediği, tanımlayamadığı bir ağırlık vardı. Sanki o genç omuzlar, sadece stratejik verilerin değil, tüm mürettebatın umutsuzluğunun da yükünü taşıyordu.
Arda, boğazını temizleyerek konuşmasına başladı. Sesi her zamanki gibi netti ama Gizem, o netliğin altında gizlenmeye çalışılan bir gerginliği, belki de bir korkuyu hissedebiliyordu. Ana ekranda gezegenin o karanlık, girdaplı görüntüsü belirirken, Arda kelimelere döktü: "Nyxera. Uzay Keşif Komisyonu (UKK) yıldız veri tabanında 'Potansiyel Gezegen Adayı - Kategori IV' olarak kayıtlı." Duraksadı, sanki bu basit sınıflandırmanın bile ne anlama geldiğini herkesin idrak etmesini bekliyordu. "Yani," diye devam etti, sesi biraz daha alçalarak, "düşük yaşanabilirlik ihtimali, yüksek keşif zorluğu. Acil durumlar dışında insanlı görevler için... kesinlikle öncelikli değil."
"Atmosferi..." Arda'nın bakışları ekrandaki uğursuz girdaba takıldı. "En büyük sorunumuz bu. Gezegeni saran, optik ve çoğu sensör okumasını neredeyse tamamen engelleyen, kalıcı ve inanılmaz yoğun bir atmosferik örtü var. Bu sis ya da bulut katmanı," diye açıklarken eliyle ekranı işaret etti, "yüzeyin doğrudan detaylı incelenmesini imkansız kılıyor. İnişimiz," burada yutkundu, "tabiri caizse, kör bir iniş olacak."
Köprüde anında bir uğultu yükseldi, fısıltılar endişeyle birbirine karıştı. Kör bir iniş... Poyraz'ın yüzüne bile bir anlık çaresizlik ifadesi kondurmuştu; başlı başına bir ölüm fermanı gibiydi. Arda, uğultunun dinmesini bekledi, yüzünde mürettebatın endişesini anladığını belirten bir ifadeyle devam etti, sesi şimdi daha da ciddileşmişti.
"Oksijen tahmini... Uzaktan yapılan spektroskopik analizler, atmosferin üst katmanlarında çok düşük yoğunlukta serbest oksijen izlerine işaret ediyor. Tahminler," burada gözü istemsizce Alya'ya kaydı, "yüzde iki ila beş aralığında." Alya'nın yüzündeki ifadenin donuklaştığını, o bilimsel parıltının bir anlığına söndüğünü görmek Gizem'in içini sızlattı. Arda ekledi, "Bu miktar, insan solunumu için kesinlikle yetersiz." Alya için bu, umut kırıntılarının bir bir yok olması demekti; eğer oksijen yoksa, dışarıda yapılacak her türlü analiz, her türlü keşif hayalden öteye gidemezdi.
"Sıcaklık..." Arda bir sonraki acı gerçeğe geçti. "Gezegenin yörüngesel konumu ve bu kalın atmosferin neden olduğu tahmin edilen anti-sera etkisi –yani güneş ışığını yansıtması– nedeniyle yüzey sıcaklığının aşırı derecede düşük olması bekleniyor. Tahminler, eksi elli ila eksi yetmiş santigrat derece aralığında." Arda'nın sesi, bu dondurucu rakamları söylerken hafifçe titremiş gibiydi. Gizem, onun bu anlık duygu değişimini yakalamıştı; o analitik zihin bile bu buz cehenneminin dehşetini iliklerine kadar hissediyordu.
Emre, her zamanki pragmatik tavrıyla sessizliği bozdu, "Peki geminin sistemleri ve EVA kıyafetlerimiz bu sıcaklıklara ne kadar dayanabilir, Arda?"
Arda başını salladı, bakışları düşünceliydi. "EVA kıyafetlerimiz kısa süreli operasyonlar için tasarlandı, Emre. Uzun süreli ve bu kadar düşük sıcaklıklarda ne kadar etkili olacağını... bilmiyoruz. Geminin kendisi için de bu büyük bir risk. Metal yorgunluğu, sistem arızaları... her şeye hazırlıklı olmalıyız."
Sonra, belki de en kritik noktaya geldi. Su. Gemideki su arıtma sistemi çökmüştü ve stoklar hızla tükeniyordu. Arda'nın sesi şimdi biraz daha umutsuzdu, kelimeleri seçerek konuşuyordu. "Su varlığı... Teorik ve düşük olasılıklı. Atmosferin üst katmanlarındaki bazı kimyasal izler ve gezegenin kütle/yoğunluk modelleri, bilim insanlarının Nyxera'da suyun donmuş halde, yani buz olarak bulunabileceğine dair bazı zayıf teoriler üretmesine yol açmış."
Gizem, bu kelimeleri duyduğunda kalbinin umutla teklediğini hissetti. Buz... Bu, zayıf da olsa bir umut ışığıydı. Eğer buz bulabilirlerse, belki de eritebilir, arıtabilirlerdi.
Ancak Arda, bu cılız umut kıvılcımını acımasız bir gerçeklikle söndürmek zorundaydı. UKK raporundan alıntı yaparken sesi mekanikleşmişti: "'Nyxera'da yüzey altında veya kutup bölgelerinde donmuş H2O rezervlerinin bulunma olasılığı teorik olarak mevcuttur; ancak mevcut atmosferik koşullar nedeniyle bu rezervlerin tespiti ve erişilebilirliği son derece düşüktür. Yaşanabilir sıvı su olasılığı ise ihmal edilebilir düzeydedir.'" Arda başını kaldırdı, mürettebatın yüzlerindeki hayal kırıklığını görerek ekledi, "Yani, evet, bir ihtimal var ama bu, samanlıkta iğne aramaktan farksız olabilir. Ve unutmayın," diye vurguladı, "atmosferdeki oksijen tahmini bu kadar düşükken, yüzeyde sıvı suyun varlığı neredeyse imkansız."
Meryem, her zamanki gibi dikkatle dinliyordu. Gizem, onun bu bilgileri kendi kişisel hayatta kalma şansını hesaplamak için bir veri olarak işlediğini görebiliyordu. Yüzünde ne bir korku ne de bir umut vardı; sadece soğuk, mesafeli bir analiz.
"Yüzey ve jeoloji hakkında ise," Arda konuşmasının sonuna yaklaşıyordu, sesi yorgun çıkıyordu, "neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Yoğun atmosfer nedeniyle yüzey topografyası, jeolojik yapısı veya olası volkanik aktivite hakkında güvenilir veri yok. Sadece genel gezegen yoğunluğundan yola çıkarak kayalık bir yapıya sahip olduğu tahmin ediliyor. Mağaralar, özel bir flora ya da fauna... hepsi tam bir muamma."
Arda, sunumunu UKK'nın Nyxera için hazırladığı o acımasız sonuç raporunun özetiyle tamamladı: "Nyxera, mevcut veriler ışığında, terraforming potansiyeli taşımayan, insan kolonizasyonu için uygun olmayan ve ileri düzey keşif için yüksek risk/düşük ödül profili sergileyen bir gezegendir. Atmosferik engeller aşılmadan daha fazla bilgi edinilmesi mümkün görünmemektedir."
Köprüde yine o ölüm sessizliği hakimdi. Nyxera, bir kurtuluş kapısı değil, adeta bir mezar taşı gibi önlerinde duruyordu. Bilinmeyen, soğuk, oksijensiz ve belki de en kötüsü, umutsuz bir dünya. Gizem, farkında olmadan Alya'nın elini sıktığını hissetti. Genç bilim kadını hala titriyordu ama bakışları bomboştu, sanki Nyxera'nın karanlık ekranının ardında, çok uzaklarda bir yere kilitlenmiş gibiydi. Gözlerinde ne bir korku ne de bir merak kırıntısı vardı; sadece her şeyi silip süpüren bir donukluk. Gizem, Alya'nın o perişan halini görünce zaten az olan umudu iyice kırıldı.
Zihninden şunlar geçti: " Şimdi kim bilir hangi düşünceden kaçıp Miradax'a sığınıyor... O zümrüt yeşili, el değmemiş vadilerde, göğün o akıl almaz, sonsuz maviliğinde bir anlık nefes arıyor olmalı. Bu küf ve demir kokan, her köşesi umutsuzlukla yankılanan bu dipsiz çukurun ortasında, paramparça olmuş aklı, bir zamanlar var olduğuna inandığı, şimdi ise sadece hayallerde kalan o kayıp cennete, o yitik ütopya'ya tutunmaya çalışıyor. Bir can havliyle, son bir umut kırıntısıyla..."
Arda'nın Nyxera hakkındaki ürkütücü sunumunun ardından gemideki ölüm sessizliği, yerini hummalı ve panik dolu bir faaliyete bırakmıştı. Acil iniş kararı, bir idam fermanının okunmasının ardından gelen son çırpınışlar gibiydi. Emre, geminin hırpalanmış sistemlerini inişe hazırlamak için makine dairesi ve ana kontrol odaları arasında mekik dokuyor, yüzünden akan ter, metal zeminlere damlıyordu. Gizem, revirdeki tıbbi malzemeleri ve acil durum kitlerini defalarca kontrol ediyor, her bir sargı bezini, her bir ağrı kesiciyi sanki kendi hayatı ona bağlıymış gibi dikkatle düzenliyordu. Arda ise, Poyraz'ın yanında, köprüdeki ana ekranda Nyxera'nın o kısıtlı ve tehditkar verilerini analiz ediyor, geminin çakılacağı en "az kötü" noktayı bulmaya çalışıyordu. Gözleri kıpkırmızıydı, uykusuzluk ve stres yüzündeki genç çizgileri derinleştirmişti.
Umut Yolu , Nyxera'nın iyonosferine girdiği anda, cehennemin kapıları açılmış gibiydi. Gemi, görünmez devlerin ellerinde bir oyuncak gibi sarsılmaya, titremeye başladı. Şiddetli türbülans, mürettebatı kemerlerine rağmen oradan oraya savuruyordu. Radar ve sensör sistemleri çıldırmış gibiydi; ekranlarda anlamsız çizgiler, parazitler beliriyor, ardından tamamen kararıyordu. Poyraz ve Gizem, kokpitte, geminin kontrol kollarını kan ter içinde kavramış, insanüstü bir çabayla bu metal yığınını bir arada tutmaya çalışıyorlardı. "Tutamıyorum!" diye bağırdı Poyraz, sesi geminin iniltileri arasında kayboluyordu. "Atmosfer çok yoğun ve dengesiz!" Gizem, dişlerini sıkarak yardımcı kontrollere asılıyor, Poyraz'a destek olmaya çalışıyordu. Her bir sarsıntıda, iç organlarının yerinden söküldüğünü hissediyordu. Korku, iliklerine kadar işlemişti ama adrenalinin verdiği tuhaf bir sakinlikle görevine odaklanmaya çalışıyordu.
Bu sırada, veri aktarım ve iletişim bölümünden önce tiz bir siren sesi, ardından kırmızı yangın alarmları devreye girdi. O yönden etrafa kıvılcımlar saçılıp keskin bir duman kokusu yayılmaya başladığı anda ise, aynı bölümden gelen sağır edici, büyük bir patlama sesi tüm gemiyi derinden sarstı.
Gemi, artık kontrol edilemez bir şekilde, bir taş gibi irtifa kaybediyordu. Metalin metale sürtme sesi, kulakları sağır edecek bir çığlığa dönüşmüştü. "TUTUNUN!" Poyraz'ın son bir umutsuzlukla haykırdığı bu kelime, yaklaşan felaketin uğultusu arasında boğuldu. Ve sonra... korkunç, her şeyi yutan bir gürültü. Ezilen metalin, parçalanan devrelerin, insan çığlıklarının birbirine karıştığı bir kaos. Gizem, başını bir yere çarptığını hissetti, ardından bilincini saran o tatlı, karşı konulmaz karanlık...
Gözlerini açtığında, başında zonklayan keskin bir ağrı vardı. Metal ve yanık plastik kokusu genzini yakıyordu. Gözleri kararıyor, sonra yeniden netleşiyordu. Kokpit, bir savaş alanını andırıyordu. Paneller parçalanmış, kablolar etrafa saçılmıştı. Emniyet kemerinin tokasını titreyen elleriyle çözmeye çalıştı. Başını çevirdiğinde, Poyraz'ın da kendine gelmeye çalıştığını gördü. Yüzünde derin bir kesik vardı ama bilinci yerindeydi. Bu, Gizem'in içine bir nebze olsun su serpmişti. "Arda?" diye fısıldadı Gizem, sesi boğuk çıkıyordu. Poyraz'ın işaret ettiği yöne baktığında, Arda'nın da yardımcı pilot koltuğundan kalkmaya çalıştığını gördü.
"Durum... durum raporu..." diye kekeledi Poyraz. Tam o sırada, geminin iç bölümlerinden boğuk bir sesle Emre'nin anonsu duyuldu: "Köprü! Beni duyuyor musunuz? Hasar büyük! Yangın var... İletişim bölümünde!"
Emre ve Arda, alevlerin ve yoğun dumanın geldiği iletişim bölümüne doğru ilerlediler. Kapı, çarpmanın etkisiyle sıkışmıştı. Emre'nin tüm gücüyle yüklenmesinin ardından, korkunç bir gıcırtıyla aralandı. İçeriden yayılan yoğun duman ve sıcak hava dalgası yüzlerini yaladı. Ve sonra onu gördüler. Meryem... Gizem, biraz sonra olay yerine vardığında, gördüğü manzara karşısında midesi ağzına geldi. Bu bir ölüm değildi; bu, bir katliamdı. Meryem, parçalanmış bir konsolun ve etrafa saçılmış metal yığınlarının ortasında, akıl almaz bir pozisyonda yatıyordu. Şiddetli çarpışma sırasında etrafa saçılan, bıçak gibi keskin sayısız metal parçası, genç kadının savunmasız bedenine bir yağmur gibi saplanmıştı. Özellikle boynuna ve göğsüne isabet eden parçalar, ölümcül darbeler vurmuştu. Elbisesinin orijinal rengi artık seçilemiyordu; her bir santimi, taze ve parlak kanla kaplanmış, teninin rengi kandan kızıla dönmüştü. Gözleri, o her zamanki hesapçı ifadesinden eser kalmamış bir şekilde, anlamsız bir boşluğa bakıyordu. Ağzı, son bir çığlıkta takılı kalmış gibiydi. Odanın içini, yanık elektroniklerin keskin kokusuyla karışan, insanın genzini yakan ağır bir kan kokusu sarmıştı. Bu, vahşetin en saf haliydi; hayatın bir anda nasıl bu kadar acımasızca son bulabileceğinin korkunç bir kanıtıydı.
Tam o sırada, Alya'nın bulunduğu laboratuvar bölümünden gelen bir çatırdama sesi duyuldu. Gizem, Meryem'in korkunç görüntüsünü zihninden atmaya çalışarak o yöne koştu. İçeri girdiğinde, yüreği ağzına geldi. Alya'nın oturduğu koltuğun emniyet kemerleri, darbenin insanüstü şiddetine dayanamayarak ya bağlantı noktalarından sökülmüş ya da lifleri paramparça olarak kopmuştu. Genç bilim kadını, önce tavana fırlamış, ardından da başını bir konsolun sivri köşesine çarparak yere yığılmıştı. Siyah saçları, alnından sızan kanla birbirine yapışmıştı. Yüzü bembeyazdı ve... nefes almıyordu.
"Alya!" diye haykırdı Gizem, yanına diz çökerek. Nabzını kontrol etti. Çok zayıftı, neredeyse yok gibi. "Hayır, hayır, olamaz!" Hemen ilk yardım pozisyonuna getirdi, solunum yolunu açtı. "Emre! Oksijen tüpü! Çabuk!" diye bağırdı. Kendisi ise kalp masajına ve suni solunuma başladı. Her bir göğüs kompresyonunda, Alya'nın kırılgan kaburgalarının altında kalbinin yeniden atması için dua ediyordu.
Zaman durmuş gibiydi. Sadece kendi nefesinin sesi, Alya'nın cansız bedenine yaptığı baskının sesi ve umutsuzluğun boğucu ağırlığı vardı. "Hadi Alya... hadi, diren... bırakma kendini..." diye fısıldıyordu durmadan. Acaba Alya ölmüş müydü? Bu düşünce, beynini bir zehir gibi sarıyordu. Ama pes edemezdi. Emre, elinde küçük bir oksijen tüpü ve maskeyle geldiğinde, Gizem maskeyi hemen Alya'nın yüzüne yerleştirdi. Birkaç dakika daha süren o umutsuz çırpınışların ardından, Alya'nın göğsü hafifçe titredi, ardından boğuk bir öksürükle birlikte derin bir nefes aldı. Gözlerini kırpıştırarak araladı. Bilinci hala tam olarak yerinde değildi ama yaşıyordu. Gizem, tuttuğu nefesini bırakırken, yorgunluktan ve rahatlamadan dolayı gözyaşlarının yanaklarından süzüldüğünü hissetti.
15 dakika sonra, hayatta kalan beş mürettebat üyesi, geminin hasar görmüş ama nispeten ayakta kalabilmiş ana holünde toplandı. Yüzlerinde şok, Meryem için duydukları üzüntü ve bilinmeyene karşı hissettikleri derin bir korku vardı. Poyraz, ayakta zor duruyordu. Yaralı yüzü ve bitkin sesiyle konuştu: "Hayattayız," dedi, kelimeler ağzından zorlukla dökülüyordu. "Ama... mücadelemiz şimdi başlıyor." Gizem, bakışlarını geminin kırık bir penceresinden dışarıya çevirdi. Nyxera... Yoğun, gri bir sis tabakası her yeri kaplamıştı. Görünen tek şey, çarpmanın etkisiyle etrafa saçılmış gemi parçaları ve belli belirsiz seçilebilen, keskin hatlı, koyu renkli kayalıklardı. Hava ürkütücü derecede sessiz ve kasvetliydi. Bu, onların yeni eviydi. Ya da belki de mezarları olacaktı.
Poyraz'ın, "Ama mücadelemiz şimdi başlıyor," sözleri, ana holdeki ağır ve kasvetli havada asılı kalmıştı. Mürettebatın bitkin yüzlerinde, Meryem'in korkunç ölümünün ve az önce atlattıkları cehennemin izleri hala taptazeydi. Bu umutsuz sessizliği, geminin yamulmuş gövdesindeki kırık bir pencereden içeri sızan ve uğultulu, neredeyse ağlar gibi bir ses çıkaran rüzgar bozdu. Rüzgar, beraberinde Nyxera'nın bilinmeyen kokusunu da getiriyordu.
Gizem, sanki görünmez bir güç tarafından çekiliyormuş gibi, o kırık pencereye doğru yürüdü. Parmak uçları, çarpışmanın keskinleştirdiği metal kenarlara değdi. Dışarıdaki yoğun, gri sis tabakası, görüşü birkaç metrenin ötesine geçirmiyordu. Sisin arasından, seçebildiği tek şey, geminin enkazının etrafa saçılmış parçaları ve dimdik yükselen, keskin hatlı, koyu renkli kaya oluşumlarıydı. İçeri sızan hava, genzini yakan metal ve yanık kokusuna rağmen, tuhaf, daha önce hiç almadığı topraksı ama aynı zamanda keskin, neredeyse ozon gibi bir koku taşıyordu. Bu koku, hem bir tehdidi hem de bilinmeyenin o tuhaf çekiciliğini barındırıyordu.
Arda, her zamanki analitik merakıyla, elindeki taşınabilir atmosfer sensörünü Gizem'in yanına gelerek kırık pencereden dışarı doğru uzattı. Yüzünde, duygularını bastırmaya çalışan bir ifade vardı ama gözlerindeki o bilimsel parıltı, tüm yorgunluğuna rağmen sönmemişti. Sensörün küçük ekranındaki rakamlar hızla değişmeye, anlamsız semboller yanıp sönmeye başladı. Alya da, hala Gizem'in koluna yaslanarak ayakta duruyordu ama o da merakla Arda'nın elindeki cihaza doğru eğilmişti. Yüzü solgundu, alnındaki kurumuş kan izi ve gözlerindeki derin keder hala oradaydı ama Arda'nın bu hareketi, onun da içinde bir şeyleri tetiklemiş gibiydi.
Bir an için tüm hol nefesini tutmuştu. Sensörden gelen ilk okumalar kararsızdı, cızırtılı sesler çıkarıyordu. "Ne diyor, Arda?" diye sordu Poyraz, sesi her zamankinden daha gergindi. O an, o kısacık sessizlikte, herkesin kalbi aynı umutsuz ritimle atıyordu. Ya bu gezegen, tam bir ölüm tuzağıysa? Ya o keskin koku, ciğerlerini parçalayacak zehirli bir gazın habercisiyse?
Arda, önce ekrana, sonra da Poyraz'a baktı. Gözlerine inanamaz bir ifade yerleşmişti. Dudakları aralandı ama bir an ses çıkmadı. Sonra, neredeyse bir fısıltıyla, ama herkesin duyabileceği kadar net bir şekilde konuştu: "Oksijen..." dedi. "Komutanım, dışarıda... dışarıda oksijen var!" Başını hızla salladı, sanki kendi gözlerine ve sensörün verilerine inanmakta güçlük çekiyordu. "Seviye... seviye yüzde on beş, on altı civarında görünüyor! Bu... bu umduğumuzdan çok daha iyi bir başlangıç!"
Bu haber, bitkin ve umutsuz mürettebat arasında, karanlık bir okyanusun ortasında beliriveren bir kara parçası gibi, ani bir umut dalgası yarattı. Poyraz bile, o her zamanki kaya gibi duruşunu bir anlığına kaybedip şaşkınlıkla Arda'ya doğru bir adım attı. Emre, yorgun yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle başını salladı. Alya'nın yüzünde ise, acısının ve travmasının arasında, o tanıdık bilimsel merak parıltısı belirmişti. Gözleri büyümüş, Arda'nın elindeki sensöre kilitlenmişti. Gizem, Arda'ya minnettar bir bakış attı. Bu, Miradax değildi, evet. Ama bu, hayatta kalmak için, o an için dünyalara bedel, küçücük bir şanstı. Ciğerlerine dolan o tuhaf, topraksı koku, artık o kadar da tehditkar gelmiyordu.
O kısa süreli, neredeyse coşkulu sessizliği, hayatını kaybeden Meryem'in acı hatırası bozdu. Poyraz, boğazını temizledi. Yüzü yeniden o komutan ifadesine bürünmüştü ama sesinde, daha önce pek rastlanmayan bir ağırlık vardı. "Astsubay Meryem'i kaybettik," dedi, sesi holün duvarlarında yankılandı. "O... yetenekli bir uzmandı. Ve bu mürettebatın bir parçasıydı. Onun anısını, hayatta kalarak ve bu lanet gezegenden bir çıkış yolu bularak onurlandıracağız." Gizem, Meryem'in yüzünü hatırladı. Aralarındaki mesafeye rağmen, bir ekip arkadaşının bu şekilde kaybı derindi. Kimse böyle bir sonu hak etmiyordu. Ve Meryem'in ölümü, kendi hayatlarının ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunun acı bir hatırlatıcısıydı. Bu vahşet, bu ani ve gaddarca son, hepsinin psikolojisine derin bir darbe vurmuştu.
Arda, o kısa süreli umut sarhoşluğunun dağılmaması için hemen uyarısını ekledi: "Ama dikkatli olmalıyız. Bu yüzde on beşlik, on altılık seviye, uzun süreli ve eforlu faaliyetler için hala düşük. Belki birkaç saat maskesiz idare edebiliriz ama daha fazlası, özellikle de bu soğukta ve bilinmeyen atmosfer koşullarında riskli olabilir. Ayrıca atmosferin geri kalanını bilmiyoruz. Azot oranı ne? Karbondioksit? Ya da bizim için tamamen yabancı, toksik gazlar var mı? Ve sıcaklık... sensör dışarıyı eksi yirmi santigrat derece olarak gösteriyor. Bu da ayrı bir tehlike."
Poyraz, bu yeni bilgiler ışığında hemen durumu değerlendirmek için mürettebatı etrafına topladı. "Gemideki ana oksijen tanklarımız ağır hasar gördü. Kalan miktar, hepimize birkaç günden fazla yetmez. Oksijen maskelerine tamamen bağımlı kalmadan önce, dışarıda solunabilir, güvenli bir alan yaratmalıyız." Hedef netti: Kargo bölümündeki on metrekarelik, kolay kurulabilir prefabrik modüllerden ilkini, enkazın nispeten korunaklı bir yakınına kurmak. Ardından bu modülü, geminin hala çalıştırılabilen küçük bir oksijen jeneratörüne veya sağlam kalmış yedek oksijen tüplerine bağlayarak, en azından birkaç gün daha idare edebilecekleri bir yaşam alanı oluşturmak.
Kısa bir hazırlığın ardından Poyraz, Arda ve Emre, geminin acil durum dolaplarından buldukları, zorlu koşullara dayanıklı termal katmanlı koruyucu giysiler ve solunum destek üniteli maskeleriyle gemiden ilk kez dışarı çıkmak için hava kilidine yöneldiler. Bu giysiler, -20 dereceye varan soğuklara ve düşük oksijen seviyelerine karşı bir miktar koruma sağlıyordu ancak uzun süreli maruziyetin riskleri hala mevcuttu. Gizem ve Alya –Alya hala Gizem'in desteğine ihtiyaç duyuyordu ama gözlerindeki o yeni parıltıyla etrafı merakla süzüyordu– onları hava kilidinin iç kapısından izleyeceklerdi.
Hava kilidinin dış kapısı, gıcırtılarla ve zorlanarak açıldığında, içeri Nyxera'nın o dondurucu soğuğu ve uğultulu rüzgarı doldu. Üç adam, bir an duraksadı, sonra Poyraz'ın işaretiyle dışarı adım attılar. Gizem, nefesini tutarak onları izliyordu. Dışarısı, Arda'nın tahmin ettiği gibiydi. Gri, neredeyse kurşuni bir sis, her şeyi yutmuştu. Görüş mesafesi en fazla on, on beş metreydi. Zemin, keskin, volkanik kayalar, donmuş toprak ve çarpışmanın etkisiyle gemiden kopup etrafa saçılmış, bükülmüş metal parçalarıyla kaplıydı. Uzaklardan, rüzgarın uğultusuna karışan, tanımlayamadıkları, derinden gelen, boğuk bir ses geliyordu. Bu ses, Gizem'in tüylerini diken diken etmişti; bilinmeyen bir canavarın iniltisi gibiydi.
Poyraz, Arda ve Emre, geminin enkazına yakın bir alanda, dikkatle ilerliyorlardı. Emre, geminin gövdesine yakın, rüzgardan nispeten daha korunaklı ve zemini diğer yerlere göre daha düzgün görünen bir alanı işaret etti. Arda, elindeki taşınabilir sensörlerle sürekli ölçüm yapıyor, radyasyon seviyesini, olası toksik gazları kontrol ediyordu. Anlık bir tehlike görünmüyordu ama bu, hiçbir tehlike olmadığı anlamına gelmiyordu.
Tam o sırada, Alya hafifçe Gizem'in kolunu dürttü. "Gizem... bak!" diye fısıldadı, sesi heyecanla titriyordu. Gizem, Alya'nın işaret ettiği yöne baktı. Sisin içinde, geminin enkazından biraz uzakta, havada süzülen, minik, soluk yeşil ışık noktaları gördü. Ateş böceklerine benziyorlardı ama daha yavaş hareket ediyorlar ve ışıkları daha sabit, daha uhrevi bir şekilde parlıyordu. Sayıları çok değildi, belki on-on beş tane. Ama oradaydılar. Nyxera'da, bu ölü sandıkları gezegende, yaşam vardı.
Alya'nın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Yüzündeki o bitkin ifade silinmiş, yerine saf bir bilimsel hayranlık ve heyecan gelmişti. "Biyo-lüminesans!" diye fısıldadı. "İnanılmaz! Bu... bu her şeyi değiştirir! Bu soğukta, bu atmosferde yaşam formları evrimleşmiş! Belki de Miradax'ı bulamadık ama... ama burası da bir hazine olabilir, Gizem! Keşfedilecek ne çok şey var!" Gizem, Alya'nın bu ani coşkusuna şaşırmıştı. Birkaç saat önce ruhsal bir enkaz olan kadın, şimdi gözleri parlayarak bilinmeyen bir yaşam formunu izliyordu. Bu minik ışıklar, Alya için sadece bir keşif değil, aynı zamanda yeni bir amaç, yeni bir umut olmuştu. Belki de Arda'nın dediği gibi, bu gezegen bir ölüm tuzağı değildi. Belki de sadece... farklıydı.
Dışarıdaki üçlü de o ışıkları fark etmişti. Arda, hemen sensörlerini o yöne çevirmiş, bir şeyler mırıldanıyordu. Poyraz ve Emre ise bir an durup o tuhaf, sessiz dansı izlemişlerdi. Kısa bir süre sonra, üç adam gemiye geri döndü. Yüzleri soğuktan ve rüzgardan etkilenmişti ama görevlerini tamamlamışlardı. Prefabrik modül için uygun bir yer bulmuşlardı. "Dışarısı cehennem gibi soğuk ve oksijen gerçekten de sınırlı," dedi Emre, maskesini çıkarırken. "Ama en azından ani bir toksik tehdit görünmüyor. Modülü kurmaya başlayabiliriz." Poyraz başıyla onayladı. "Hemen harekete geçiyoruz. Zamanımız kısıtlı." Gizem, Alya'nın hala o ışık saçan canlılara baktığını gördü. Yüzünde, uzun zamandır görmediği bir gülümseme vardı. Nyxera, onlara ilk darbesini Meryem'in ölümüyle vurmuştu ama şimdi, belki de ilk lütfunu sunuyordu: Yaşam. Ve yaşamın olduğu yerde, her zaman umut vardı.
Nyxera'nın o minik, ışık saçan canlılarının yarattığı kısa süreli hayranlık ve umut, yerini acımasız bir gerçeğe bırakmıştı: Hayatta kalmak için zamana karşı yarışıyorlardı. Geminin hasarlı gövdesinden prefabrik modülün ağır parçalarını çıkarmak, dondurucu soğukta, rüzgara ve keskin volkanik kayaların üzerinde bu parçaları belirlenen alana taşımak, zaten bitkin düşmüş mürettebat için insanüstü bir çabaydı. Her bir parça, tonlarca ağırlıkta olmasa da, oksijenin yetersizliği, koruyucu giysilerin hareket kabiliyetini kısıtlaması ve vücutlarındaki genel zafiyet nedeniyle sanki kurşundan yapılmış gibi geliyordu. Gizem, gücünün yettiği ölçüde yardım ediyor, bir yandan da Alya'nın durumunu –onu modül kurulum alanının biraz uzağında, rüzgardan korunaklı bir girintiye oturtmuşlardı– ve diğerlerinin sağlığını kolluyordu. Arada bir Alya'ya sıcak bir şeyler içiriyor, moral vermeye çalışıyordu.
Emre, bu kaosun ortasında gerçek bir lider gibiydi. Teknik bilgisi ve sarsılmaz pratik zekasıyla kurulumu yönetiyor, her bir bağlantı noktasını, her bir cıvatayı titizlikle kontrol ediyordu. Arda ise, o keskin stratejik zekasıyla olası sorunları daha ortaya çıkmadan öngörüyor, Emre'ye alternatif çözümler sunuyordu. Poyraz, otoritesini ve fiziksel gücünü kullanarak en ağır parçaların taşınmasına yardım ediyor, mürettebatın dağılmasını engelliyordu.
Tam modülün ana iskeletini birleştirmeye başladıkları sırada, beklenmedik bir sorunla karşılaştılar. Modülün ana bağlantı noktalarından biri, geminin çakılması sırasında hafifçe eğilmişti. Bu küçük bükülme, parçaların birbirine tam olarak oturmasını engelliyor, hayati önem taşıyan sızdırmazlığı tehdit ediyordu. Umutsuzluk, bir an için herkesin üzerine bir karabasan gibi çöktü. "Lanet olsun!" diye bağırdı Emre, elindeki anahtarı öfkeyle yere fırlatarak. "Bunu düzeltemezsek, her şey biter!" Poyraz, hemen Emre'nin yanına geldi. "Sakin ol, Emre. Bir yolu olmalı."
Arda, eğilen parçayı inceliyordu. "Belki... belki gemiden kurtarabileceğimiz bir hidrolik kriko ya da bir tür kaldıraçla basınç uygulayarak düzeltebiliriz," dedi, her zamanki gibi çözüm odaklıydı. Bu sırada Gizem, Arda'nın hemen yanında, bir destek parçasını tutuyordu. Gerginlikten ve soğuktan kasları titriyordu. Arda'nın profiline, alnında biriken ter damlalarına, odaklanmaktan kısılan gözlerine baktı. O an, tüm o karmaşanın ve tehlikenin ortasında, Arda'nın varlığının ona tuhaf bir şekilde güven verdiğini hissetti. Bir an için göz göze geldiler; bu, kelimelerin kifayetsiz kaldığı, ortak bir mücadelenin, ortak bir kaderin paylaşıldığı derin bir bakışmaydı. Gizem, yanaklarının hafifçe ısındığını hissetti ve bakışlarını hızla kaçırdı.
Emre, Arda'nın fikriyle geminin enkazından kurtardığı bazı aletler ve Poyraz'ın da yardımıyla, o eğilmiş bağlantı noktasını düzeltmek için zamanla yarışmaya başladı. Her bir çekiç darbesi, her bir zorlama, sanki kendi hayatlarından bir parçayı koparıyordu. Nihayet, uzun ve sinir bozucu dakikaların ardından, metalin o tatlı, yerine oturma sesi duyuldu. Emre, alnındaki teri silerek gülümsedi. "Tamam... sanırım oldu."
Modülün dış iskeleti kurulduktan sonra, en kritik aşama gelmişti: havalandırma sistemini ve oksijen hattını bağlamak. Gemideki genel oksijen seviyesi tehlikeli bir şekilde düşüyordu. Herkesin nefesi daralıyor, başı dönüyordu. Emre, titreyen ellerle, geminin sağlam kalmış küçük bir oksijen jeneratörünü ve birkaç yedek tüpü modülün girişine bağlamak için uğraşıyordu. Her bir vida, her bir bağlantı, sonsuzluk kadar uzun sürüyormuş gibi geliyordu.
Ve sonunda... o yeşil ışık yandı. Modülün içindeki hava basıncı ve oksijen seviyesini gösteren panelde, tüm değerler stabil ve güvenli aralıktaydı. Bir anlık sessizlik oldu, sonra yorgun bir sevinç çığlığı yükseldi. Poyraz, ilk olarak bitkin düşmüş ve hala tam olarak kendine gelememiş olan Alya'nın içeri girmesini sağladı. Gizem, Alya'yı destekleyerek modülün daracık ama o an için dünyanın en güvenli yeri gibi görünen iç kısmına soktu. Ardından diğerleri teker teker içeri girdiler.
İçerisi, geminin enkazına göre cennet gibiydi. Rüzgarın uğultusu kesilmiş, sıcaklık birkaç derece de olsa artmıştı. En önemlisi, her nefeste ciğerlerine dolan havanın temiz ve güvenli olduğunu bilmekti. Herkes, maskesini çıkarıp derin bir nefes aldı. Bu, Nyxera'daki ilk küçük, ama hayati zaferleriydi.
Modülün içi gerçekten de dardı. On metrekarelik bir alanda beş kişi, yanlarında getirebildikleri birkaç acil durum çantasıyla sıkış tepiş oturuyorlardı. Ama kimsenin umurunda değildi. Birkaç saatliğine de olsa güvendeydiler. Yanlarında getirdikleri acil durum kumanyalarından atıştırdılar, o değerli suyu idareli bir şekilde paylaştılar. Alya, Gizem'in verdiği sıcak içeceğin ve modülün korunaklı ortamının etkisiyle biraz daha kendine gelmişti. Gözlerinde, o minik, ışık saçan canlıları gördüğü andaki o heyecan yeniden belirmişti. "Oksijen seviyesi... yüzde on altı. Bu, UKK'nın tahminlerinden çok daha iyi," dedi, sesi hala kısıktı ama bir o kadar da coşkuluydu. "Ve o biyo-lüminesanslı yaratıklar... Bu, Nyxera'nın tamamen ölü bir gezegen olmadığını gösteriyor. Belki de... belki de burada, bu zorlu koşullarda evrimleşmiş, bizim hayal bile edemeyeceğimiz bir ekosistem var. Bu... bu her şeyi değiştirir! Miradax olmasa da, burası da bir bilim insanı için inanılmaz bir keşif alanı olabilir!"
Gizem, Alya'nın bu sözleriyle gülümsedi. Onun bu yaşama tutunma çabası, bu bilimsel merakı, herkese umut veriyordu. Poyraz, "Önceliğimiz hayatta kalmak, Alya," dedi, sesi yorgundu ama kararlıydı. "Yarın ilk iş, geminin geri kalanını daha detaylı kontrol etmek, kurtarabileceğimiz ne varsa almak olacak. Ardından da su sorununa bir çözüm bulmalıyız. Arda'nın bahsettiği o buz ihtimali... tek umudumuz o olabilir." Saatler ilerledikçe, günlerdir süren uykusuzluğun ve fiziksel çabanın verdiği yorgunluk, herkesin üzerine bir kurşun gibi çöktü. Konuşmalar seyrekleşti, esnemeler arttı.
Uyku tulumlarını ve termal battaniyeleri daracık alana sığdırmaya çalıştılar. Yatış sırası kendiliğinden oluşmuştu: Emre ve Poyraz, modülün bir köşesinde, birbirlerine sırtlarını dönmüş uykuya dalmaya çalışıyorlardı. Arda, onların hemen yanında, Gizem ise Arda ile Alya'nın arasındaydı. Bu kadar yakınlık, içinde bulundukları durumda tuhaf bir teselliydi. Bir süre sonra, Emre'nin ve Poyraz'ın düzenli ama gürültülü horlamaları modülün içini doldurmaya başladı. Alya, yan tarafında, Gizem'in omzuna yaslanmış, arada bir hafifçe titriyordu. Üşüdüğünden değildi, üzerlerindeki battaniye yeterince kalındı. Muhtemelen yaşadığı travmanın etkisiyle kötü rüyalar görüyordu ya da sadece o bilinmeyen gezegendeki ilk gecenin korkusuydu bu. Gizem, Alya'nın saçlarını okşadı, onu biraz olsun rahatlatmaya çalıştı.
Kendisi ise uyuyamıyordu. Gözleri, hemen yanı başındaki Arda'nın yüzüne takılmıştı. Modülün içindeki acil durum ışığının soluk, hayaletimsi aydınlığında, Arda'nın uyurken ne kadar farklı, ne kadar savunmasız göründüğünü fark etti. O her zamanki analitik, neredeyse duygusuz ifadesi gitmiş, yerine yorgun ama bir o kadar da masum, neredeyse çocuksu bir ifade gelmişti. Dağınık kumral saçları alnına dökülüyor, hafifçe aralık dudaklarından düzenli nefesler alıp veriyordu. Uzun kirpikleri, elmacık kemiklerine doğru gölge düşürüyordu.
Gizem, farkında olmadan nefesini tutmuştu. Arda'nın kendine has kokusu –hafif ter, metal ve tarif edemediği, sadece ona ait olan bir koku– duyularına ulaşıyordu. Bu kadar yakınlık, bu kadar mahremiyet, içinde bastırmaya çalıştığı karmaşık duyguları yüzeye çıkarıyordu. Kalbi, bu cehennemin ortasında, ölümün soğuk nefesini enselerinde hissederken hayata tutunma arzusunun, bir nebze insan sıcaklığına duyulan o ilkel ihtiyacın bir yansıması gibi atıyordu. Belki de bu, her şeyin sonu gelmeden önceki, birbirlerine destek olabilecekleri nadir anlardan biriydi. Bu düşünce, içindeki adını koyamadığı bir şefkat ve yakınlık hissini körükledi.
Tam bu yoğun duyguların, bu tehlikeli ve bir o kadar da teselli edici hislerin girdabında kaybolmuşken, dışarıdan gelen o sesle kaskatı kesildi. Daha önce duydukları o tanımlanamayan, derin ve uğultulu ses... Bu sefer çok daha yakından, ürkütücü bir netlikte geliyordu. Sanki modülün hemen dışındaydı, sanki o bilinmeyen varlık, onların bu kırılgan sığınağının etrafında dolanıyordu. Gizem'in içindeki o anlık, karmaşık duygular bir bıçak gibi kesilip yerini buz gibi, iliklerine işleyen bir korkuya bıraktı. Kalbi bu kez korkuyla, göğüs kafesini parçalayacakmış gibi atıyordu. Az önce Arda'ya karşı hissettiği o karmaşık yakınlık, şimdi yerini sadece hayatta kalma içgüdüsüne ve o tekinsiz sese karşı duyduğu dehşete bırakmıştı.Gözlerini sımsıkı kapadı. İstemsizce, Arda'ya biraz daha sokuldu; ama bu kez aradığı şey karmaşık duygusal bir yakınlık değil, sadece o korkunç sesin ve bilinmeyen tehlikenin yarattığı dehşetten sığınacak bir limandı. Nyxera, onlara ilk gecelerinde bile rahat vermeyecekti anlaşılan. O uğultu kulaklarında çınlarken, korkuyla karışık o derin yorgunluk, bir süre sonra onu da bilinçsizliğin tekinsiz kollarına çekti; zihninde Arda'nın yüzü ve o uğursuz ses birbirine karışıyordu.
Modülün içindeki soluk acil durum ışığı, yeni bir Nyxera sabahının habercisi gibiydi, tabii bu gezegende sabahın bir anlamı varsa. Gizem, gözlerini yavaşça araladığında, ilk hissettiği şey, alışılmadık bir sıcaklık ve hemen yanı başından gelen düzenli bir nefes alıp verişti. Bilinci yerine geldikçe, dün geceki yorgunlukla nasıl Arda'ya doğru sokulduğunu, hatta bir kolunu onun beline doladığını fark etti. Başını kaldırdığında, Arda'nın hala uyuduğunu gördü. Yüzü, Gizem'in yüzüne o kadar yakındı ki, kirpiklerinin sayısını bile sayabilirdi. Bir an için bu yakınlığın, bu mahremiyetin keyfini çıkardı; Arda'nın dudaklarının o hafif aralık hali, alnına düşen birkaç asi saç teli... Bir önceki gece zihnini meşgul eden o karmaşık duygular yumağı, şimdi yerini tatlı bir utangaçlığa bırakmıştı.
Tam o sırada Arda'nın gözleri hafifçe kımıldadı ve yavaşça aralandı. Gizem'i, ona sarılmış bir halde bulunca gözlerinde bir anlık şaşkınlık belirdi. Gizem, yakalanmanın verdiği panikle hızla kolunu çekti, yanaklarının alev alev yandığını hissediyordu. "Ben... Şey... Özür dilerim," diye kekeledi, sesi uykudan dolayı boğuk çıkıyordu. Arda, o ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra yüzüne hafif bir tebessüm yayıldı. Bu, Gizem'in daha önce pek görmediği, içten ve sıcak bir gülümsemeydi. "Günaydın," dedi, sesi her zamankinden daha yumuşaktı. Sonra, Gizem'in hala kıpkırmızı olan yüzüne bakıp, konuyu değiştirmek istercesine etrafına bakındı. "Diğerleri hala uyuyor sanırım." Gizem, Arda'nın bu nazik tavrıyla biraz olsun rahatlamıştı ama kalbi hala deli gibi çarpıyordu. Tam o sırada, Alya'nın da gözlerini araladığını ve Gizem'e doğru muzip bir ifadeyle baktığını fark etti. Alya, Gizem'in kızaran yanaklarını ve Arda ile olan o anlık yakınlaşmayı kesinlikle görmüştü. Gizem, bakışlarını kaçırdı.
Kısa bir süre sonra herkes uyanmış, modülün içindeki o daracık alanda kahvaltı niyetine acil durum kumanyalarından atıştırmaya başlamışlardı. Poyraz, "Öncelikle, geminin durumunu netleştirmemiz gerek," diyerek sessizliği bozdu. "Emre, dün geceki ilk kontrollerinden sonraki düşüncelerin neler?" Emre, elindeki protein barından bir ısırık alarak başını salladı. "Kötü, Komutanım. Ana gövdede çoklu yapısal hasar var. Motorlar tamamen enkaz. Yaşam destek ünitelerinin çoğu paramparça. Kısacası, Umut Yolu bir daha uçmayacak. Burası onun son durağı." Bu sözler, zaten düşük olan moralleri daha da bozmuştu.
Arda, "O zaman yapabileceğimiz en iyi şey, gemideki sağlam kalan iletişim ekipmanlarını kullanarak bir dizi otomatik yardım sinyali yollamak," diye bir öneride bulundu. Ancak Poyraz, başını iki yana salladı. "Arda, bu iyi bir fikir olurdu ama geminin ana güç reaktörü ağır hasarlı. Kalan yedek jeneratörler ve bataryalar, anca bu modülün temel ihtiyaçlarını ve belki kısa menzilli sensörleri çalıştırır. Uzun menzilli, güçlü bir yardım sinyali gönderecek, hele ki otomatik olarak tekrarlayacak kadar istikrarlı bir enerji kaynağımız yok. Bu, enerjimizi boşa harcamak olur." Bu acı gerçek, bu lanet gezegende tamamen kendi başlarına kaldıkları gerçeğini bir kez daha yüzlerine vurmuştu.
"Pekala," dedi Poyraz, derin bir nefes alarak. "O zaman önceliğimiz burada uzun vadeli bir yaşam alanı kurmak ve kaynak bulmak. Arda, sen ve ben bugün ikinci prefabrik modülün enkazdan çıkarılması ve temel zemin hazırlıklarıyla ilgilenelim. Emre, senin görevin daha kritik. Alya ve Gizem ile birlikte su kaynağı bulmak için dünkü raporlarda belirttiğin o kaya oluşumları ve mağara ihtimallerini kontrol edeceksiniz. Su, her şeyden önemli." Tam o sırada Gizem, bir önceki gece duyduğu o ürkütücü sesi hatırladı. "Komutanım," dedi, sesi biraz endişeliydi. "Dün gece, modülün dışından çok tuhaf, uğultulu bir ses duydum. Çok yakından geliyordu. Rüzgar sesi değildi, eminim. Daha... derinden geliyordu."
Poyraz'ın kaşları çatıldı. "Bu önemli bir bilgi, Gizem. O zaman planı biraz değiştiriyoruz. Emre, sen yine Alya ve Gizem ile mağaralara gideceksin ama göreviniz sadece su bulmak değil, aynı zamanda etrafı daha dikkatli kolaçan etmek ve olası tehlikelere karşı tetikte olmak. Hem koruma sağlarsın hem de buz çıkarma konusunda yardımcı olursun." Ardından, acil durum sandıklarından çıkardıkları silahlara işaret etti. Bunlar, standart uzay görevlerinde kullanılan, tabanca ve hafif makineli tüfek arası, mermi atan, kompakt ama etkili silahlardı. "Herkes silahını yanına alsın. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz."
Kısa bir hazırlığın ardından, üç kişilik keşif ekibi –Gizem, Alya ve Emre– modülden dışarı çıktı. Hava hala dondurucu derecede soğuktu ve o yoğun, gri sis her adımda onları yutacakmış gibi etraflarını sarıyordu. Görüş mesafesi o kadar kısıtlıydı ki, birkaç metre ötesi belirsiz bir boşluktan ibaretti. Emre, elindeki büyük bir kaya kırıcıyla önden gidiyor, hem yolu yokluyor hem de olası engelleri temizlemeye çalışıyordu. Fenerinin ışığı, sisin içinde zayıf bir huzme olarak kayboluyordu.
Gizem ve Alya ise onun birkaç adım gerisinden geliyorlardı. Gizem, elindeki kompakt silahı sıkıca kavramıştı; her an, her gölgeden bir tehlikenin fırlayabileceği düşüncesiyle tetikteydi. Alya ise, bir elinde taşınabilir sensörüyle etrafı tarıyor, diğer eliyle de Gizem'in koluna hafifçe tutunuyordu. Bir yandan da gözleriyle, bir önceki gün gördükleri o ışık saçan, ateş böceğine benzer canlılardan bir iz arıyordu. Bir süre sessizce yürüdüler. Sonra Alya, sesini alçaltarak Gizem'e doğru eğildi, yüzünde muzip bir gülümseme vardı. "Bu sabahki uykun pek bir derin ve sıcaktı galiba, ha Gizem?" Gizem'in yanakları, soğuğa rağmen anında alev aldı. "Alya! Ne alakası var?" diye fısıldadı. "Sadece... çok yorgundum ve orası inanılmaz dardı." Alya kıkırdadı. "Tabii tabii, yorgunluktandır kesin." Sonra sesi biraz daha ciddileşti. "Şaka bir yana, Gizem... iyi görünüyordunuz. Yani... bu korkunç yerde, birbirinize destek olmanız güzel."
Arda'nın dünkü sensör verilerine göre potansiyel bir mağara olabilecek ilk kaya oluşumuna vardıklarında hayal kırıklığına uğradılar. Küçük, dar bir yarıktı ve içerisi tamamen molozla doluydu. Emre, birkaç büyük taşı kenara çekse de, ilerlemenin mümkün olmadığını gördü. "Buradan bir şey çıkmaz," dedi homurdanarak. "Sensörler bazen yanıltıcı olabiliyor, özellikle bu kadar yoğun mineral yapısı olan bir yerde." Moralleri biraz bozulsa da pes etmediler. Yaklaşık bir saat daha, sisin içinde bata çıka yürüdüler, etraftaki kaya duvarlarını incelediler. Zaman zaman Gizem'in duyduğu o uğultuya benzer, rüzgarın kayalarda çıkardığı tuhaf sesler duyuyor, her seferinde irkiliyorlardı.
Nihayet, devasa bir kaya kütlesinin yamacında, daha umut verici görünen bir mağara girişi buldular. Mağaranın ağzı karanlık ve davetkar olmaktan uzaktı. İçeriden nemli ve küflü bir koku geliyordu. "İşte burası olabilir," dedi Emre, fenerini mağaranın derinliklerine doğru tutarak. İçeri girdiklerinde, mağaranın beklediklerinden daha büyük olduğunu gördüler. Tavan yüksek, duvarlar ıslaktı. Yer yer sızıntılar vardı. Ve sonra, Gizem'in fenerinin ışığı bir şeye çarptı ve parladı. "Buz!" diye haykırdı Alya, sevinçle. Mağaranın bir duvarı, neredeyse tamamen kalın bir buz tabakasıyla kaplıydı. Bu, saf, temiz suya ulaşabilecekleri anlamına geliyordu. O an, tüm yorgunluklarını, tüm korkularını unuttular. Emre, hemen elindeki kaya kırıcıyla buzdan büyük parçalar koparmaya başladı. Gizem de ona yardım ediyordu.
Alya ise, o ilk sevinç anının ardından, mağaranın duvarlarında ve zemininde gördüğü tuhaf, yosun benzeri oluşumları incelemeye koyulmuştu. Elindeki küçük bir numune torbasına örnekler topluyordu. Tam o sırada, mağaranın daha derin, karanlık bir köşesinden gelen hafif bir kıpırtı dikkatini çekti. "Bir dakika..." diye fısıldadı, gözleri o karanlık noktaya takılmıştı. Gizem ve Emre de işlerini bırakıp Alya'nın baktığı yöne döndüler. Fenerlerinin ışığı, o karanlık noktayı aydınlattığında, üçü de nefesini tuttu. Orada, mağaranın en dip köşelerinden birinde, yaklaşık yirmi-otuz metre kadar ileride, bir siluet duruyordu. İki metre boylarında vardı ama hafif kambur durduğu için daha kısa görünüyordu. İnce, uzun uzuvları vardı. Ve en ürkütücü olanı, derisiydi. Soluk, neredeyse yarı saydam bir derisi vardı ve fenerlerin ışığında, iç organları belli belirsiz seçilebiliyordu. Hareket etmiyordu. Bir heykel gibi öylece durmuş, onları izliyordu.
Mağaradan modüle döndüklerinde, gün artık kararmaya yüz tutmuştu. Gizem, Alya ve Emre'nin yüzlerindeki o tuhaf karışım –buz bulmanın sevinci ve o bilinmeyen yaratıkla karşılaşmanın şoku– Poyraz ve Arda tarafından hemen fark edilmişti. Buz dolu torbalar bir anlık sevinç yaratsa da, Alya'nın titreyen bir sesle anlattığı o heykelsi, yarı saydam yaratık, modülün içindeki zaten gergin olan havayı bir anda buz kestirmişti. Poyraz, "Güvenlik önlemlerini en üst düzeye çıkarıyoruz," diye emretti. "Bu geceden itibaren modüllerin etrafında vardiyalı, silahlı nöbet tutulacak." Ardından o geceki nöbet çizelgesini belirlediler. Alya, gündüz topladığı o tuhaf, kurumuş bitki dallarını ve reçinemsi maddeleri göstererek kontrollü bir ateş yakma fikrini ortaya attı. Kısa bir denemenin ardından, modülün biraz uzağında, rüzgar almayan bir taş oyuğunda küçük ama kontrollü bir ateş yakmayı başardılar. Turuncu-kırmızı alevlerin titrek ışığı ve yaydığı sıcaklık, o an için herkese paha biçilemez bir moral vermişti. O gece, ateşin başında, Nyxera'nın tekinsiz sesleri eşliğinde ilk nöbetler tutuldu.
Ertesi sabah, yani Nyxera'daki üçüncü günlerinde, Poyraz'ın önceliği, Alya'nın laboratuvar ekipmanlarının bir kısmını kurtarmaktı. Alya, "Komutanım, o buzu analiz etmem, içindeki potansiyel mikroorganizmaları ve saflık derecesini ölçmem gerek. Ayrıca mağarada bulduğum o yosunlar... Bu gezegenin biyolojisini anlamamız, hayatta kalmamız için kritik olabilir," diyerek onu ikna etmişti. Geminin laboratuvar bölümüne gitmek, başlı başına bir riskti. Gövdedeki yapısal hasar her an bir çöküşe neden olabilirdi. Emre, Poyraz ve Arda, bu tehlikeli görevi üstlendiler. Gizem, tıbbi çantasıyla birlikte modülde, olası bir acil duruma karşı hazır bekliyordu. Saatler sonra, yüzleri kurum ve ter içinde, ama yanlarında Alya'nın en çok istediği birkaç kritik analiz cihazı ve bir mikroskopla geri döndüklerinde, Gizem derin bir nefes aldı.
Laboratuvar ekipmanlarının kurtarılmasının ardından sıra, ikinci prefabrik modülün tam teşekküllü kurulumuna gelmişti. Bu, neredeyse tüm günlerini aldı. Birinci gün Poyraz ve Arda'nın başladığı temel hazırlıkların üzerine, bugün tüm ekip canla başla çalıştı. Parçaları enkazdan taşımak, birleştirmek, aradaki körüklü geçiş tünelini sızdırmaz bir şekilde monte etmek... Herkes kan ter içinde kalmıştı. Gün batarken, ikinci modül nihayet hazırdı. Emre, bir kez daha dehasını konuşturarak, gemiden söktüğü bazı boru ve pompalarla ikinci modülün bir köşesine ilkel ama işlevsel bir duş sistemi ve bir kimyasal tuvalet kurmayı başarmıştı.
O akşam, ikinci günün sonunda, yeni kurulan ikinci modüldeki derme çatma duşta sırayla yıkandılar. Günlerdir üzerlerinde biriken kir, ter, kan ve o metalik enkaz kokusundan kurtulmak, bir yeniden doğuş gibiydi. Gizem, sıcak suyun teninden akıp gidişini hissederken, gözlerini kapadı. Kasları gevşiyor, zihni biraz olsun berraklaşıyordu. Bu yabancı ve düşman gezegende hala hayatta olmanın, hala bir bedene sahip olmanın o tuhaf ama güçlü hissini pekiştiriyordu. Zihninde yine Arda belirmişti; son iki günde yaşadıkları zorluklar, onun sakin ama kararlı duruşu, birbirlerine attıkları kaçamak bakışlar... Arda'ya karşı içinde filizlenen o tanıdık sıcaklık, şimdi daha derin bir saygı ve belki de adını koyamadığı bir özlemle karışmıştı. Bu, sadece hayatta kalma mücadelesinin getirdiği bir yakınlık mıydı, yoksa bu cehennemin ortasında yeşeren farklı bir duygu mu?
Duşların ardından, Alya hemen laboratuvarı olarak belirlediği ikinci modülün köşesine geçmiş, kurtardıkları cihazları çalıştırmaya, getirdikleri buz örneklerini eritmeye ve filtrelemeye başlamıştı. Mikroskobun başında saatlerini harcıyor, notlar alıyor, arada bir kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. "Bu su... evet, bazı mineral kalıntıları var ama temel filtreleme ve kaynatma ile içilebilir hale gelecek gibi duruyor!" diye bağırdı bir ara sevinçle.
Gece nöbet sırası Arda'ya geldiğinde, diğerleri yorgunluktan sızmıştı. Ateşin başında, modülün girişine yakın bir noktada oturmuş, elindeki silahla etrafı gözlüyordu. Nyxera'nın gökyüzü, o yoğun sis tabakası yüzünden yıldızsız ve kasvetliydi. Sadece ateşin titrek ışığı ve uzaktan gelen o tekinsiz uğultu vardı. Gizem, yine uyuyamamıştı. Alya'nın yanındaki yerinden sessizce kalktı, Dışarı nöbet tutan Arda'nın yanına gitti. "Yine uyku tutmadı mı?" diye sordu Arda, gülümseyerek. Bu gülümseme, artık Gizem'in içini ısıtıyordu. "Sanırım bu gezegenin ninni anlayışı biraz farklı," dedi Gizem, ateşin karşısına otururken.
Bir süre sessizce ateşi izlediler. "Akademideki astrofizik derslerini hatırlıyor musun?" dedi Arda aniden. "Profesör Kazım, 'Evrende yalnız olup olmadığımızı değil, ne tür komşularımız olduğunu merak etmeliyiz,' derdi." Gizem güldü. "Evet, bir de kara deliklerle ilgili o korkunç esprileri vardı." Geçmişten, akademideki anılarından konuşmaya başladılar. O zamanlar ne kadar farklı hayalleri olduğunu, uzayın bilinmeyenlerini keşfetme arzusunu paylaştılar. Arda, her zamanki meslektaş kabuğunun dışına çıkmış, espriler yapıyor, Gizem'le dalga geçiyordu. Ateşin ışığı Arda'nın yüzünde oynarken, Gizem onun her bir hareketini, her bir mimiğini zihnine kazıyordu. İçinde ona karşı hissettiği o karmaşık duygular, şimdi daha berrak, daha şefkatli bir hal almıştı. Evet, ona dokunmak, onun sıcaklığını hissetmek istiyordu; ama aynı zamanda onunla böyle sabaha kadar konuşmak, onun zihninin derinliklerini keşfetmek de istiyordu. Bu, sadece fiziksel bir çekimden öte, ruhunu da saran bir bağdı. "Biliyor musun," dedi Gizem bir ara, sesi içtendi. "Durum ne kadar kötü olursa olsun, senin sakin kalman herkese güven veriyor." Arda, gözlerini ateşten ayırıp Gizem'e baktı. Bakışlarında, daha önce hiç görmediği bir derinlik, bir sıcaklık vardı. "Sen de az değilsin Gizem. Alya'yı hayata döndürdün. Belki de hepimizden daha güçlüsün." Gizem'in yanakları yine kızarmıştı ama bu kez utangaçlıktan çok, duyduğu o içten sözlerin yarattığı mutluluktandı. Aralarında, kelimelere dökülmeyen ama ikisinin de hissettiği o özel elektrik giderek artıyordu. Bu korkunç gezegende, belki de en büyük umutları, birbirlerine duydukları bu yeni ve güçlü bağdı.
Modülün içindeki soluk, titrek acil durum ışığı, Gizem'in göz kapaklarından sızarak onu yeni bir Nyxera gününe –ya da bu sisli gezegenin zaman kavramı neyi ifade ediyorsa ona– uyandırdı. İlk hissettiği şey, Arda'nın bir önceki gece ateş başında anlattığı esprili bir anının dudaklarında bıraktığı tebessüm ve o sohbetin ardından ruhunu saran tatlı, huzurlu bir sıcaklıktı. Gece boyunca Arda'nın nöbet sırasındaki varlığı, dışarıdan gelen o ürkütücü uğultuya rağmen, tarif edemediği bir güven hissi vermişti. Yattığı derme çatma, sentetik uyku tulumunun içinde hafifçe gerindi. Kasları hala bir önceki günün ve gecenin yorgunluğunu taşısa da, zihni şaşırtıcı derecede dinçti; belki de Arda ile paylaştığı o samimi anların getirdiği bir yenilenmeydi bu.
Gözlerini araladığında, modülün içindeki tanıdık hareketliliği fark etti. Poyraz, her zamanki gibi erkenden ayaktaydı; daracık alanda çömelmiş, Emre ile hararetli ama kısık sesli bir şekilde bir şeyler tartışıyordu. Ellerindeki veri tabletinde, muhtemelen gemiden kurtarılacak yeni malzemelerin ya da hızla ihtiyaç haline gelen üçüncü bir modülün ön planları vardı. Poyraz'ın her zamanki gibi çatık kaşları ve Emre'nin düşünceli yüz ifadesi, Nyxera'daki normal bir sabahın değişmez manzarası haline gelmişti. Bu yeni, zoraki normale alışmak tuhaf bir histi; bir yandan sürekli bir tetikte olma hali, her an her yerden bir tehlikenin çıkabileceği bilinci, diğer yandan da bu küçük, metal kutunun içinde, bu bir avuç insanla birlikte hayatta kalma mücadelesinin getirdiği acayip, neredeyse ailevi bir aidiyet duygusu.
Başını diğer tarafa çevirdiğinde, Alya'yı, ikinci modülün laboratuvar olarak ayırdıkları köşesinde, mikroskobunun başında gördü. Alya'nın omuzları düşmüş, kumral saçları her zamankinden daha darmadağınıktı; belli ki geceyi yine topladığı örnekleri inceleyerek, belki de uyumadan geçirmişti. Gizem gülümsedi. Alya'nın bu tükenmez bilimsel merakı, bu cehennem çukurunda bile bir umut ışığı yakıyordu; onun bu tutkusu, herkesin içindeki o küçük umut kırıntısını besliyordu.
Tam o sırada Alya, sanki Gizem'in ona baktığını hissetmiş gibi başını mikroskoptan kaldırdı. Yorgun yüzünde, bir anda devasa, içten bir gülümseme belirdi. Gözleri, uzun zamandır görmedikleri bir coşkuyla, neredeyse çocuksu bir sevinçle parlıyordu. "Gizem! Poyraz! Emre! Arda! Herkes duysun!" diye heyecanla seslendi, sesi normalde kısık konuşmaların hakim olduğu modülün daracık duvarlarında beklenmedik bir güçle yankılandı. "Başardım! İnanabiliyor musunuz, başardım! Mağaradan getirdiğimiz buz... Defalarca test ettim, tüm gece bununla uğraştım. Yaptığım son analizler, geliştirdiğimiz o ilkel ama etkili filtreleme yöntemi ve ardından kaynatma işlemlerinden sonra... suyun içilebilir olduğunu kesin olarak gösteriyor! Artık suyumuz var!"
Bu haber, modülün içindeki kasvetli, endişe dolu havayı bir şimşek gibi delip geçti. Poyraz ve Emre'nin yüzündeki o her zamanki ciddi, gergin ifade silinmiş, yerini önce şaşkınlığa, sonra da kontrol edemedikleri bir sevince bırakmıştı. Arda da gürültüye tamamen uyanmış, uyku tulumunun içinde doğrulmuş, gözlerini Alya'ya dikmiş, duyduklarına inanamaz bir ifadeyle bakıyordu. Gizem, Alya'nın bu zafer dolu anonsuyla göğsünün gururla kabardığını hissetti. Su... Bu acımasız gezegende, hayatta kalmak için belki de en temel, en hayati ihtiyaç. Ve şimdi, Alya'nın azmi ve bilgisi sayesinde, güvenli bir su kaynakları vardı. Bu, sadece fiziksel bir rahatlama değil, aynı zamanda psikolojik bir eşikti. Artık gemideki son damlaları, o kıymetli, sayılı yudumları hesaplamak zorunda kalmayacaklardı. Bu, onlara biraz daha zaman, biraz daha nefes alanı demekti.
Poyraz, hızla Alya'nın yanına gidip, normalde pek yapmadığı bir hareketle onun omzunu dostça sıktı. "Harika bir haber, Alya. Harika! Hepimiz sana minnettarız, bu kelimelerle ifade edilemez." Yüzünde, o nadir görülen, içten gülümsemelerden biri belirmişti. "Bu, birçok şeyi değiştirir. Hayatta kalma şansımızı katlayarak artırır."
Kahvaltı niyetine yedikleri protein barları ve Alya'nın hemen kaynatıp filtrelediği, hafif metalik bir tadı olsa da o an için dünyanın en lezzetli sıvısı gibi gelen Nyxera suyu eşliğinde, Poyraz günün planını açıklamaya başladı. Yüzündeki ifade yeniden ciddileşmişti ama sesinde, bir önceki güne göre çok daha belirgin bir umut ve kararlılık vardı.
"Evet, suyumuz var. Bu, dev bir adım. Ama rehavete kapılmak gibi bir lüksümüz yok. Bugün önceliklerimiz belli," dedi, sesi modülde yankılanıyordu. "Keşif ve Kaynak Ekibi; Gizem, Alya ve Emre. Göreviniz, dün keşfettiğiniz mağaradan daha fazla buz getirmek. Alya, sen bu sırada o bölgedeki canlı ve bitki örtüsünü daha detaylı inceleyebilir, yeni örnekler toplamaya devam edebilirsin.
Ayrıca, dün o mağarada karşılaştığınız, şimdilik 'Sessiz Gözcü' diyeceğimiz yaratık hakkında daha fazla bilgiye, gözleme ihtiyacımız var. Ne kadar az bilirsek, o kadar savunmasız oluruz." Alya'nın gözleri bu sözlerle yeniden parladı; hem bilimsel merakı tatmin olacak hem de ekibin güvenliğine katkıda bulunacaktı.
"Üs Geliştirme Ekibi ise ben ve Arda olacağız," diye devam etti Poyraz. "Gemiden kurtardığımız malzemelerle üçüncü prefabrik modülü kurup mevcut sisteme bağlayacağız. Biraz daha yaşam alanı, depolama ve belki de Alya için daha geniş bir laboratuvar fena olmaz."
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Gizem, Alya ve Emre, her zamanki gibi silahları ve temel ekipmanlarıyla modülden dışarı çıktılar. Nyxera'nın o tanıdık, yoğun sisi ve geniz yakan, topraksı kokusu onları karşıladı. Gizem, bir önceki gün mağarada yaşadıkları o tuhaf karşılaşmayı ve gece duyduğu uğultuyu düşünmeden edemiyordu ama Alya'nın su bulma sevinci ve Arda ile gece yaptığı o samimi sohbet, içindeki korkuyu bir nebze olsun bastırmıştı.
Bir önceki gün buz buldukları mağaranın da ötesine, daha önce hiç gitmedikleri, sisin sanki bir duvar gibi önlerinde dikildiği bir vadiye doğru temkinli adımlarla ilerlemeye başladılar. Bu yeni bölge, sensörlerin daha önce zayıf sinyaller verdiği ama detaylı incelenememiş bir alandı. Emre, her zamanki gibi önden gidiyor, elindeki büyükçe metal bir sopayla hem yolu yokluyor hem de olası bir tehlikeye karşı etrafı kolluyordu. Gizem'in kalbi, bilinmeyene atılan her adımda biraz daha hızlı çarpıyordu; bir yandan Alya'nın etrafına merakla bakınan, her yeni kaya oluşumunda, her farklı renkteki yosunda heyecan bulan halinin ona da bulaşan coşkusunu hissediyor, diğer yandan Emre'nin omuzları gergin, her an bir şeye tepki vermeye hazır duruşundan dolayı içindeki o temel gerginliği koruyordu.
Uzaklardan, sanki çok sayıda küçük taşın birbirine sürtmesine ya da sert bir zeminde tıkırdamasına benzeyen, ritmik olmayan hafif sesler duydular. Emre, anında elini kaldırarak ekibi durdurdu. "Sessiz olun," diye fısıldadı, sesi sisin içinde boğuk çıkıyordu. Gizem, içgüdüsel olarak elindeki kompakt, mermi atan silahın kabzasını daha sıkı kavradı. Alya ise merakla sesin geldiği yöne doğru bakıyor, taşınabilir sensörünü o tarafa çevirmişti; sensör ekranında belirsiz ısı ve hareket izleri titreşiyordu.
Sisin arasından, önce belli belirsiz bir gölge, ardından bir başkası ve sonra birkaçı daha olmak üzere, daha önce hiç görmedikleri canlılar belirmeye başladı. Yaklaşık bir dağ keçisi büyüklüğünde, belki biraz daha tıknaz, altı tane kısa ama güçlü bacak üzerinde duran, oldukça sakin ve uysal görünümlü yaratıklardı bunlar. En dikkat çekici özellikleri, sırtlarını ve başlarının bir kısmını kaplayan, yer yer mat bir şekilde parlayan, sanki doğal bir zırh gibi duran kristal benzeri yapılardı. Kalın derileri ve kaslı vücutları, zorlu çevre koşullarına uyum sağladıklarını gösteriyordu. Sayıları on-on beşi buluyordu ve yavaş, temkinli hareketlerle, etraflarındaki cılız, yosun benzeri bitkileri ve sert kabuklu görünen bazı yumruları güçlü çeneleriyle kemiriyorlardı. Arada bir durup, uzun, hareketli kulaklarını dikerek etrafı dinliyor, sonra tekrar beslenmeye devam ediyorlardı.
"İnanılmaz..." diye fısıldadı Gizem kendi kendine, gözlerini bu tuhaf yaratıklardan alamıyordu. "Sanki bu gezegenin kendi taşlarından oyulmuş heykeller gibiler. Ama canlılar... ve hiç de korkutucu görünmüyorlar."
Alya'nın gözleri heyecandan faltaşı gibi açılmıştı. Yüzünde, bir bilim insanının yeni bir türle karşılaştığı andaki o saf hayranlık ve merak vardı. "Termal imzaları çok düşük," diye fısıldadı Gizem'e doğru eğilerek, sesinin yaratıkları ürkütmemesine özen gösteriyordu. "Muhtemelen soğukkanlılar ya da metabolizmaları bizim bildiğimizden çok farklı. Ve o sırtlarındaki oluşumlar... doğrudan mineral birikimi olabilir. Belki de yedikleri bu garip bitkilerden alıyorlar ya da topraktan emiyorlar. Sert ve koruyucu görünüyor." Elini çenesine götürdü, düşünceli bir ifadeyle yaratıkları süzüyordu. "Onlara bir isim bulmalıyız. Geçici bir alan adı en azından."
Emre, her zamanki gibi pek konuşkan değildi ama o bile bu garip canlıları ilgiyle süzüyordu. "Kristal Sırtlılar nasıl?" diye homurdandı.
Alya gülümsedi. "Fena değil, Emre. Ama biraz daha akılda kalıcı ve bilimsel bir tınısı olan bir şey... Sırtlarındaki kristal yapılar ve otobur oldukları gerçeğini birleştirirsek... Ne dersiniz, 'Kristalot'?" diye sordu, Gizem ve Emre'ye bakarak.
Gizem'in aklından "Pırıltı Sırt" ismi geçmişti ama Alya'nın "Kristalot" önerisi kulağa daha uygun geliyordu. "Kristalot... Beğendim," dedi. "Kulağa hem güçlü hem de ne olduklarını anlatır gibi geliyor."
Sürü, onların varlığını fark etmiş gibiydi. İçlerinden daha iri yapılı olan birkaçı başını kaldırıp onlara doğru baktı; büyük, koyu renkli, ifadesiz gözlerle bir an onları süzdüler. Gizem, o an içindeki tüm gerginliğin bir anda yok olduğunu hissetti. Bu bakışlarda ne bir tehdit ne de bir korku vardı; sadece sakin, belki de biraz mesafeli bir merak. Birkaç saniye sonra, sanki insanlar orada değillermiş gibi, yavaşça yeniden yiyeceklerine döndüler. Gizem, bu barışçıl, neredeyse pastoral sahneden derinden etkilenmişti. Nyxera, onlara Meryem'in ölümüyle, o korkunç yaratıkla ve tekinsiz sesleriyle ilk darbesini vurmuş olabilirdi ama şimdi, bu nazik devler aracılığıyla, bambaşka bir yüzünü gösteriyordu.
Vadi boyunca, Kristalot sürüsünü ürkütmemeye çalışarak, kenardan ilerlemeye devam ettiler ve geri dönerken bir önceki gün buz aldıkları mağaraya uğradılar. Emre, mağaranın serin ve nispeten güvenli ortamında hemen buz kırmaya başlarken, Gizem ve Alya da getirdikleri kapları doldurmasına yardım ettiler. Mağaranın o kendine has, nemli ve topraksı kokusu artık onlara daha tanıdık geliyordu.
"Düşünsene Gizem," dedi Alya, fenerinin ışığını mağaranın tavanındaki buzlara tutarken. Buzların arasından sızan zayıf ışık, Alya'nın yüzünde hayranlık dolu bir ifade yaratıyordu. "Birkaç gün önce bu gezegene ölüm kusan bir cehennem gibi bakıyorduk. Şimdi ise... Kristalotlar, Işık kanatlılar... Sanki her köşesi ayrı bir sır barındırıyor."
Gizem, Alya'nın bu bitmek bilmeyen merakına ve yaşama sevincine hayran kalıyordu. "Haklısın," diye mırıldandı. "Belki de burası sadece... farklı. Kendi kuralları, kendi dengesi olan bir yer." İçinden bir ses, Arda'nın da Kristalotları duyunca nasıl tepki vereceğini merak ediyordu. Onun analitik zekası, bu yeni yaşam formlarını nasıl yorumlayacaktı acaba?
Buz torbalarını omuzlayıp üsse vardıklarında, Poyraz ve Arda'yı hummalı bir çalışma içinde buldular. Üçüncü prefabrik modülün ana iskeleti kurulmuş, iki adam ter içinde, modülün iç bağlantılarını ve dış yüzeyindeki sızdırmazlık contalarını kontrol ediyorlardı.
"Hoş geldiniz," dedi Poyraz, alnındaki teri silerek. "Buz işi nasıl gitti?" "Oldukça verimliydi Komutanım," diye rapor verdi Emre, buz torbalarını belirlenen yere bırakırken.
Alya ise hemen Poyraz'a doğru ilerledi, elindeki veri tabletini uzatarak. "Komutanım, bugün inanılmaz bir keşif yaptık! Kristalot adını verdiğimiz, altı bacaklı, sırtları kristal benzeri yapılarla kaplı büyük otoburlar gördük. Oldukça barışçıllardı. İşte kayıtları." Alya, bulgularını kısa ama heyecanlı bir sunumla Poyraz'a aktardı. Poyraz, Alya'yı dikkatle dinledi, arada bir başıyla onaylıyor, yüzünde ciddiyetle karışık bir ilgi ifadesi beliriyordu.
"Bu çok önemli bir bilgi, Alya," dedi Poyraz sunum bitince. "Bu gezegenin ekosistemini anlamak, hayatta kalma stratejilerimizi doğrudan etkileyecek. Güzel iş çıkardınız."
Arda da çalışmalarına kısa bir ara vermiş, Alya'nın anlattıklarını ilgiyle dinliyordu. Gizem'le göz göze geldiklerinde, Arda hafifçe gülümsedi. Bu gülümseme, Gizem'in içini ısıtmaya yetmişti; sanki aralarında görünmez bir anlayış köprüsü kurulmuştu.
Poyraz, "Yeni modül neredeyse hazır," dedi. "İç düzenlemesi biraz zaman alacak ama bu geceye kadar bitiririz. Plan şu: İkinci modüldeki laboratuvar ekipmanlarının ve erzakların önemli bir kısmını bu yeni, üçüncü modüle taşıyacağız. Böylece ikinci modül, daha çok banyo, tuvalet ve genel depo işlevi görecek. Alanımız biraz daha genişleyecek."
Arda, Gizem'e doğru yaklaştı. Elinde kendi veri tableti vardı. "Gizem, bir şeye bakmanı istiyorum," dedi, sesi her zamankinden biraz daha heyecanlıydı. Tableti Gizem'e uzattı. Ekranda, geminin ana veri tabanından kurtardığı anlaşılan, UKK'ya (Uzay Keşif Komisyonu) ait eski, üzeri notlarla dolu bir rapor sayfası vardı. "Bunlar, Nyxera'nın bilinen ilk uzaktan tarama verileri. Çoğu anlamsız atmosferik parazit ama şu kısma dikkat et." Arda, parmağıyla ekrandaki bir bölümü işaret etti. "'Nyxera: Yüksek yoğunluklu manyetik anomaliler ve tanımlanamayan biyo-akustik imzalar tespit edilmiştir. İleri analiz için yetersiz veri.' Bu notlar çok eski, neredeyse yirmi yıl öncesine ait. O zamanlar bu tür veriler önemsenmemiş olabilir."
Gizem, yazılanları okurken nefesini tutmuştu. Biyo-akustik imzalar... Manyetik anomaliler... "Yani... o duyduğumuz uğultu... ve mağarada gördüğümüz o... Sessiz Gözcü..."
Arda başıyla onayladı. "Evet. Senin duyduğun sesler ve o yaratık... belki de bu eski notlarda bahsedilen şeylerle bağlantılı. UKK'nın 'tanımlanamayan' dediği şeyler, belki de bu gezegenin yerlileriydi. Bu, onların varlığının UKK için tamamen bir sürpriz olmadığı, sadece... o dönemki teknoloji ve önceliklerle yeterince ciddiye alınmadığı anlamına gelebilir."
Bu bilgi, Gizem'in tüylerini diken diken etmişti. Demek ki o tekinsiz varlıklar, bu gezegenin bilinen ama görmezden gelinen bir parçasıydı. Bu düşünce, hem bir nebze rahatlama –çünkü artık neyle karşı karşıya olduklarını daha iyi anlıyorlardı– hem de daha derin bir korku yaratmıştı. Ciddiye alınmayan bir tehlike, her zaman daha büyük bir tehdit potansiyeli taşırdı.
Akşam olup, modüllerin etrafındaki ateş yeniden yakıldığında, Poyraz herkesi topladı. "Yeni modülün temel kurulumu tamamlandı," dedi. "Alya, laboratuvar çalışmaların için daha sakin ve geniş bir alana ihtiyacın var. Ayrıca ilk modüldeki sıkışıklığı azaltmak ve herkesin biraz daha rahat dinlenebilmesi için bazı düzenlemeler yapmamız gerekiyor. Bu yüzden, bu geceden itibaren Gizem ve Alya, geçici olarak üçüncü modülde uyuyacaklar."
Gizem, bu kararı duyduğunda kalbinin hafifçe sıkıştığını hissetti. Mantıken doğru bir karardı; ilk modül gerçekten de beş kişi için çok dardı. Ancak bu mantık, içindeki o ince sızıyı dindirmeye yetmiyordu. Arda'dan ayrı bir modülde uyumak... Bu, geceleri uykuya dalmadan önce, o daracık alanda, Arda'nın varlığının verdiği o tarifsiz güven duygusundan, sabahları onunla ilk göz göze gelme ihtimalinden uzaklaşmak demekti. Yine de, Poyraz'ın yüzüne baktığında, bu kararın operasyonel bir gereklilik olduğunu anladı ve başını hafifçe öne eğerek onayladı, sesindeki hayal kırıklığını belli etmemeye çalışarak.
Kısa bir süre sonra Gizem ve Alya, uyku tulumlarını ve kişisel eşyalarından geriye kalanları alıp yeni, henüz boya ve metal kokan üçüncü modüle taşındılar. İçerisi, diğer iki modüle göre daha geniş ve ferahtı. Bir köşeye Alya'nın getirdiği bazı laboratuvar cihazları ve örnek kapları şimdiden yerleştirilmişti. Gizem, Arda'dan ayrı bir modülde uyuyacak olmanın getirdiği o ince hüznü ve Alya ile bu yeni, daha özel alanı paylaşmanın getirdiği farklı bir mahremiyeti aynı anda yaşıyordu.
O gece, modülün dışından gelen rüzgarın ve Emre'nin nöbet sırasında arada bir duyulan adım seslerinin dışında derin bir sessizlik vardı. Gizem ve Alya, uyku tulumlarının içinde, birbirlerine dönük uzanmışlardı. Modülün içindeki tek ışık kaynağı, Alya'nın örneklerini incelemek için açık bıraktığı küçük bir masa lambasının soluk ışığıydı.
"Biliyor musun Gizem," diye fısıldadı Alya, sesi yorgun ama içtendi. "Bazen... bazen hala Miradax'ı düşünüyorum. O yemyeşil ovaları, hayalini kurduğum o egzotik bitkileri... O gemi düşerken, Meryem'i o halde gördüğümde... her şeyin bittiğini sandım. Sanki içimden bir parça kopup gitmişti." Gözlerinin dolduğunu hissetti Gizem. Alya'nın sesi titriyordu. "Ama sonra... bu gezegen... Kristalotlar, Buz, Oksijen... Sanki... sanki evren bana ikinci bir şans verdi. Bilim... keşfetmek... bunlar olmadan ben bir hiçim Gizem. Burası bana yeniden bir amaç verdi."
Gizem, Alya'nın elini tuttu. "Sen çok güçlüsün Alya. Olanlardan sonra kendini bu kadar çabuk toparlaman... hayranlık verici."
Alya gülümsedi, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. "Senin sayende. Sen olmasaydın... o ilk gün... ben de Meryem gibi..." Cümlesini tamamlayamadı. Elif, Alya'nın elini daha sıkı tuttu.
"Geçti Alya, geçti," diye fısıldadı. "Şimdi buradayız ve hayattayız. Birbirimiz varız."
Bir süre sessizce yattılar. Sonra Alya, meraklı bir ifadeyle Gizem'e döndü. "Peki ya sen, Gizem? Arda... Aranızda bir şeyler olduğunu görüyorum. Ya da en azından... olmasını istediğini."
Gizem'in yanakları kızardı. Alya'nın bu doğrudan sorusu onu hazırlıksız yakalamıştı. "Bilmiyorum Alya," diye mırıldandı. "O... çok farklı. Bazen ona çok yakın hissediyorum, sanki ruh ikizim gibi. Ama bazen de aramızda görünmez bir duvar var gibi. Korkuyorum... ona açılmaktan, bu cehennemin ortasında böyle duygulara kapılmaktan... Ya her şey daha da karmaşıklaşırsa?"
"Aşk her zaman karmaşıktır Gizem," dedi Alya şefkatle. "Ama bazen, en karanlık zamanlarda tutunacağın tek dal o olur. Arda iyi bir adam. Ve sana nasıl baktığını görüyorum. Belki de o da aynı şeyleri hissediyor ama senin gibi korkuyordur."
Gizem, Alya'nın bu sözleriyle biraz olsun rahatlamıştı. Belki de haklıydı. Belki de korkularını bir kenara bırakıp, kalbinin sesini dinlemeliydi. "Teşekkür ederim Alya," dedi içtenlikle. "Bunu duymaya ihtiyacım vardı."
Alya gülümsedi. "Her zaman buradayım, unutma. Biz artık bir aileyiz."
Bu samimi sohbet, ikisinin de ruhunu biraz olsun hafifletmişti. Nyxera'nın acımasız gerçekliğinde, birbirlerine duydukları bu kardeşçe sevgi, paha biçilemez bir sığınaktı. Gizem, gözlerini kapadığında, Arda'nın yüzü ve Alya'nın sıcak gülümsemesi zihnindeydi.
Tam uykuya dalmak üzerelerdi ki, dışarıdan gelen seslerle ikisi de yerlerinden fırladı. Önce boğuk bir gürültü, ardından birinci modülün dışından, nöbetteki Emre'nin telaşlı, avaz avaz bağırışları duyuldu: "Poyraz! Herkes uyansın! Gözcüler! Kahretsin, birden fazlalar ve modüllere doğru geliyorlar!" Hemen ardından, metalin metale çarpma sesleri, kırılan bir şeylerin şangırtısı ve Poyraz'ın keskin, emir veren sesi geldi: "Pozisyon alın! Ateş serbest! Arda, arka tarafı kolla!"
Gizem ve Alya, dehşet içinde birbirlerine baktılar. Gözlerindeki o anlık huzur, yerini buz gibi bir korkuya bırakmıştı. Nyxera, onlara ilk gerçek, toplu saldırısını başlatmıştı. Sessiz Gözcüler, artık sadece meraklı birer izleyici değildi.
Emre'nin avaz avaz bağırışları, üçüncü modülün ince metal duvarlarından içeri bir zehir gibi sızdığında, Gizem'in az önce Alya'nın samimi sözleriyle hafifleyen yüreği, buz gibi bir mengeneyle sıkıştırılmışçasına kasıldı. "Poyraz! Herkes uyansın! Gözcüler! Kahretsin, birden fazlalar ve modüllere doğru geliyorlar!" Kelimeler, kulaklarında uğursuz bir çan gibi çınlıyordu. Alya'nın yüzündeki o narin tebessüm donmuş, yerini saf bir dehşete bırakmıştı. İkisi de aynı anda yerlerinden fırladılar.
Hemen ardından, birinci ve ikinci modülden gelen, insanın kanını donduran sesler birbirine karışmaya başladı. Metalin metale sürtünme sesi değil, bu daha çok... yırtılma sesiydi. Sanki devasa, keskin pençeler, modüllerin dış yüzeyini bir konserve kutusu gibi açmaya çalışıyordu. Her bir çarpma sesiyle üçüncü modülün zeminleri ve duvarları titriyor, Gizem'in midesi ağzına geliyordu. Kalbi, göğüs kafesini parçalamak istercesine, kulaklarında gümbürdüyordu. Poyraz'ın keskin, soğukkanlılığını korumaya çalışan emirleri, Arda'nın ve Emre'nin boğuk, öfke ve korku dolu haykırışları, silahların o sağır edici, aralıksız patlamaları... Hepsi, Nyxera'nın uğultulu rüzgarıyla dans eden bir ölüm senfonisi gibiydi.
Gizem, titreyen elleriyle silahını kavradı. Ne olduğunu tam olarak göremiyordu, anlayamıyordu ama seslerden, dışarıdaki cehennemin boyutlarını tahmin edebiliyordu. Gözcüler çok yakındı, çok kalabalıktılar. En az yedi, belki sekiz... belki daha fazla. Alya, korkuyla Gizem'e sokulmuş, titreyen parmaklarıyla onun koluna yapışmıştı. Dışarıdaki o mutlak bilinmezlik, o tanımlanamayan, sadece siluetlerini gördükleri varlıkların yarattığı o ilkel, içgüdüsel dehşet, Gizem'in tüm benliğini bir tümör gibi sarmıştı. Her bir çarpma sesiyle yerinden sıçrıyor, Alya'nın elini daha da sımsıkı tutuyordu. Adrenalin damarlarında bir zehir gibi akıyor, nefes almasını zorlaştırıyordu.
Birinci modülden gelen sesler daha da şiddetlenmişti. Poyraz ve Emre'nin, modülün ana girişini, o daracık hava kilidini korumak için canlarını dişlerine taktıkları belliydi. Silah sesleri kesintisiz, umutsuz bir direnişin notaları gibiydi. Arda'nın sesi ise ikinci modülden, daha boğuk geliyordu; muhtemelen o modülün daha zayıf olan körüklü bağlantı noktalarını savunmaya çalışıyordu. Gözcüler, insan aklının alamayacağı, vahşi bir güçle modüllerin dış yüzeyine saldırıyor, metal panelleri eğip büküyor, sanki o çelik kafesleri oyuncak gibi parçalamak istiyorlardı. Bu sadece bir saldırı değildi; bu bir istilaydı, bir yok etme arzusuydu.
Aniden, birinci modülden daha tiz, daha keskin bir çığlık duyuldu. Bu, bir insanın çığlığı değildi. Uzun, acı dolu, kulak tırmalayan bir feryattı. Hemen ardından Poyraz'ın zafer dolu, ama aynı zamanda nefes nefese kalmış sesi geldi: "Birini indirdik! Öldü!" Emre'nin de benzer bir haykırışı duyuldu. Demek ki başarmışlardı. O devasa, korkunç yaratıklardan birini öldürmüşlerdi. Bu haber, Gizem'in içine bir anlık, küçücük bir umut ışığı sızdırdı. Ama bu zafer, kanla ve barutla kazanılmış bir zaferdi ve bedeli henüz ödenmemişti. Nitekim, o kısa süreli sessizliği, daha da öfkeli, daha da vahşi bir saldırının gümbürtüsü izledi. Diğer Gözcüler, arkadaşlarının ölümüne tanık olmuşlarcasına, saldırılarını akıl almaz bir şiddetle yoğunlaştırmışlardı. Birinci modülün ana gözetleme penceresinden gelen, camın büyük bir gürültüyle çatlama sesi duyuldu. Ardından ikinci modülün duvarından, devasa bir yumruk yemiş gibi, korkunç bir göçme sesi geldi. Üs, bu acımasız saldırı altında ağır hasar alıyordu. Henüz kimsenin yaralandığına dair bir ses yoktu ama bu, sadece an meselesi gibiydi.
Saldırının bu en yoğun, en cehennemi anlarında, Gizem ve Alya üçüncü modülde, dehşet içinde bekliyorlardı. Gizem, bir ara kapıya doğru atılıp dışarı fırlamayı, arkadaşlarına yardım etmeyi düşündü ama Alya'nın ona yalvaran bakışları ve dışarıdaki o ölümcül kaos, onu yerinde tutuyordu; Alya'yı bu halde yalnız bırakamazdı. Tam o sırada, odanın dış duvarındaki, yerden yaklaşık bir buçuk metre yükseklikte bulunan, dar, takviyeli küçük gözetleme penceresinden tıkırtı ve zorlama sesleri gelmeye başladı. Sesler çok yakındı, sanki bir şey o pencereyi zorluyordu.
Gizem'in kalbi ağzında atmaya başladı. Alya'nın da gözleri fal taşı gibi açılmış, korkuyla o pencereye bakıyordu. Pencerenin çatlayan camının arasından, modülün dışındaki zayıf acil durum ışıklarının aydınlattığı sisin içinde, belli belirsiz, karanlık bir gölge seçiliyordu. İkisi de nefesini tutmuştu. Zaman, o an için donmuş gibiydi.
Ve sonra... o an geldi. Küçük, güçlendirilmiş pencere korkunç bir gıcırtıyla zorlandı, metal çerçevesi eğildi ve camın bir kısmı içeri doğru patlayarak etrafa minik cam kırıkları saçıldı, küçük bir açıklık oluşturdu. Ve o açıklıktan, Nyxera'nın tüm dehşetini taşıyan bir yüz belirdi. Bir Gözcü. İçeri girmeye çalışmıyordu, en azından şimdilik. Sadece orada, o kırık pencerenin ardında durmuş, onları izliyordu. Aralarında sadece hava boşluğu ve o parçalanmış pencerenin kalıntıları vardı.
Yaratığın yüzü, ilk kez bu kadar net, bu kadar ayrıntılı ve bu kadar dehşet verici bir şekilde görünüyordu. Gözleri... Tanrım, o gözler! Devasa, tamamen siyah, ıslak ve parlak, binlerce minik, altıgen fasetten oluşmuş gibiydi; bir böceğin gözlerini andırıyordu ama onlardan çok daha büyük, çok daha... ruhsuzdu. Bu fasetalı küreler, hiçbir duygu belirtisi göstermeden, doğrudan Gizem'in ve hemen arkasına saklanmış olan Alya'nın gözlerinin içine, ruhlarının en derin, en karanlık köşelerine işlercesine bakıyordu. Bir ağzı yoktu. Ya da en azından, bildiğimiz anlamda bir ağız görünmüyordu. Çenesinin hemen altından, sümüksü, parlak bir sıvıyla kaplı, hızla ve ritmik bir şekilde, iğrenç bir canlılıkla titreyen, solucanımsı, koyu renkli, parmak kalınlığında onlarca uzantı bir sakal gibi sarkıyordu. Bu uzantıların uçları hafifçe kıpırdıyor, sanki havadaki kokuları, tatları analiz ediyor gibiydi.
Derisi, daha önceki o kısa ve mesafeli karşılaşmalarda fark ettikleri gibi, hastalıklı bir şekilde soluk, neredeyse yarı saydamdı; mum ışığında eriyen bir heykel gibiydi. Modülün içindeki zayıf acil durum ışığı, derinin altındaki ince, mavi-mor damar ağını ve belli belirsiz seçilebilen, yavaşça hareket eden, iç organları andıran, karanlık, gölgemsi yapıları ürkütücü bir netlikte gözler önüne seriyordu. Yaratık, o devasa, böceksi başını hafifçe yana eğdi; bu hareketinde ne bir merak ne de bir anlayış çabası vardı, daha çok bir avcının avını süzerkenki o soğuk, hesapçı ifadesiydi bu. Odanın içini, Gözcü'den yayılan, daha önce hiç almadıkları, tanımlanamaz, keskin, metalik ve aynı zamanda çürümüş toprağı andıran, geniz yakan, mide bulandırıcı bir koku anında sarmıştı.
Alya, Gizem'in arkasına tamamen sığınmış, yüzünü onun sırtına gömmüştü. Bastırmaya çalıştığı hıçkırıkları, Gizem'in sırtında hissettiği o küçük, çaresiz sarsıntılarla kendini belli ediyordu. Zaman, sonsuzluğa uzayan bir an gibiydi. O an, Nyxera'nın tüm bilinmezliği, tüm acımasızlığı, tüm tehditkarlığı, o tek bir Gözcü'nün, o cehennemden fırlamış gibi duran yüzünde somutlaşmıştı. Gizem, hayatında hiç bu kadar çaresiz, hiç bu kadar küçük ve hiç bu kadar... av gibi hissetmemişti.
Gizem, o kırık pencereden onlara bakan, ruhunu emen o fasetalı gözlerin hipnozundan bir an olsun kurtulup bir hamle yapmayı, belki de sadece haykırarak içindeki o boğucu dehşeti dışarı atmayı düşündüğü anda, dışarıdan gelen bir sesle tüm bedeni kaskatı kesildi. Bu, daha önceki hiçbir sese benzemiyordu. Diğer Gözcülerin saldırı seslerini, metalin yırtılma gıcırtılarını, silah patlamalarını bastıran, tüm modüllerin duvarlarını titreten, kulakları sağır edecek kadar güçlü, yankılanan, insana ait olmayan, derin ve tarifsiz bir acıyla dolu bir çığlıktı. Sanki gezegenin kendisi yaralanmış, son nefesini veriyormuş gibi bir sesti bu.
Kırık penceredeki Gözcü, bu sesi duyar duymaz o sabit, delici bakışlarını bir an için Gizem ve Alya'dan ayırdı. Devasa başını hızla sesin geldiği yöne çevirdi. O simsiyah, ifadesiz gözlerinde, ilk kez farklı bir şey belirmişti; bir anlık bir duraksama, belki bir tür şaşkınlık, belki de bir alarm ya da koşulsuz bir itaat ifadesiydi bu. Anlamlandırmak imkansızdı. Ama bir şey olmuştu. O korkunç çığlık, bu yaratığı bile etkilemişti.
Birkaç saniye sonra, geldiği gibi ani bir kararlılıkla, tek bir ses çıkarmadan, o daracık açıklıktan gerisin geri çekilip sisin içinde kayboldu. Sanki hiç orada olmamış gibi. Ve onunla birlikte, dışarıdaki o cehennemi andıran saldırı sesleri de bıçak gibi kesildi. Yerini, uğuldayan rüzgarın ve Gizem'in kendi hızla atan kalbinin sesinden başka bir şeyin duyulmadığı, tekinsiz bir sessizliğe bıraktı.
Gizem, ne olduğunu anlayamamıştı. Hala titriyordu. Alya, yavaşça Gizem'in arkasından başını kaldırdı, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Ne... ne oldu?" diye fısıldadı, sesi korkudan boğuk çıkıyordu.
Gizem cevap veremeden, Poyraz'ın sesi telsizden duyuldu. Nefes nefeseydi ama sesi netti: "Geri çekiliyorlar! Gözcüler... sisin içinde kayboluyorlar. Saldırı... saldırı bitti sanırım." Sesi bitkin ama bir o kadar da şaşkındı.
Ancak kimse rahat bir nefes alamadı. O devasa, acı dolu çığlığın ne anlama geldiği, Gözcüleri neden böyle aniden geri çekilmeye ittiği tam bir muammaydı. Daha büyük bir tehlikenin habercisi miydi, yoksa beklenmedik bir lütuf muydu? Bilmiyorlardı. Bildikleri tek şey, hayatta kaldıklarıydı. Şimdilik.
Poyraz, herkesi birinci modülde topladı. Yüzü, uykusuzluktan ve yaşanan dehşetten dolayı solgun ve gergindi ama gözlerindeki kararlılık hala sönmemişti. Emre, modülün çatlayan penceresine geçici bir metal levha monte etmeye çalışırken, Arda da hasar gören bazı dış sensörlerin verilerini kontrol ediyordu. Modülün içi, yanık plastik, ter ve metal kokusunun birbirine karıştığı ağır bir havayla doluydu. Duvarlardaki eğrilmiş metal paneller ve yerdeki kırık parçalar, gece yaşanan vahşetin sessiz tanıklarıydı.
"Evet millet, dinleyin," dedi Poyraz, sesi yorgun ama otoriterdi. "Durumumuz... pek parlak değil. Ama hayattayız. Bu en önemlisi." Gözlerini tek tek herkesin üzerinde gezdirdi. Gizem, Poyraz'ın bu sözlerini duyarken, bakışlarını bir anlığına Arda'ya çevirdi. Arda da tam o sırada başını kaldırmış, endişeyle ona bakıyordu. Gözlerinde, "İyi misin? Bir şeyin var mı?" der gibi bir ifade vardı. Arda'nın bu bakışı kalbinin bir an tekler gibi olmasına neden oldu. Dün gece o kırık pencereden kendilerine bakan o korkunç yüzün dehşeti hala tazeyken, Arda'nın bu endişeli bakışı, içini tuhaf bir sıcaklıkla doldurmuştu. O kaosta, o ölüm korkusunun ortasında bile, Arda'nın onu düşündüğünü bilmek... Bu his, tarif edilemezdi.
"Gördüğünüz gibi," diye devam etti Poyraz, sesi Gizem'i düşüncelerinden sıyırdı. "Modüllerimiz ciddi hasar aldı. Özellikle ikinci modülün bir duvarı neredeyse tamamen çökmüş durumda. Gözcüler... sandığımızdan çok daha güçlü ve organize."
Emre, elindeki kaynak makinesini bırakıp söze girdi. "Metal yorgunluğu had safhada Komutanım. O paneller, normalde küçük meteor çarpmalarına bile dayanacak şekilde tasarlanmıştı. Bu yaratıklar... inanılmaz bir kaba kuvvete sahipler." Yüzündeki ifadeden, bir mühendis olarak bu kadar sağlam bir yapının böylesine kolay hasar alması onu derinden sarsmış gibiydi.
Alya, titreyen bir sesle, "Peki ya o... o çığlık?" diye sordu. "Sanki... sanki başka bir şeydi. Daha büyük, daha... farklı." Gözleri hala o geceki dehşetle doluydu.
Poyraz derin bir nefes aldı. "Bilmiyoruz Alya. O çığlığın ne anlama geldiğini, Gözcüleri neden durdurduğunu bilmiyoruz. Belki daha büyük bir avcı, belki bir tür liderlerinin çağrısı... Şimdilik sadece tahmin yürütebiliriz." Bakışlarını Gizem'e çevirdi. "Gizem, Alya... siz üçüncü modüldeydiniz. Üçüncü modülün o küçük gözetleme penceresi de hasar görmüş. Ne oldu ?"
Gizem, o anı hatırlayınca ürperdi. "Evet, Komutanım," dedi, sesi hala biraz titriyordu. "Bir tanesi... bir Gözcü, o kırık pencereden direkt içeri bakıyordu. Bizi izliyordu, sadece bizi izliyordu. Kımıldamadan. O dev çığlığı duyana kadar da öyle kaldı. Çığlığı duyunca... sanki bir an donakaldı, sonra hemen geri çekildi. İtaat eder gibiydi."
"İtaat..." diye mırıldandı Poyraz, düşünceli bir şekilde. "Bu ilginç." Bir süre sessizlik oldu. Herkes kendi korkunç düşünceleriyle baş başa kalmıştı.
"Peki şimdi ne yapacağız Komutanım?" diye sordu Emre sonunda. "Modüller bu haldeyken, bir sonraki saldırıya ne kadar dayanabiliriz?"
Poyraz, masaya benzeyen bir kargo sandığının üzerine eğilip ellerini dayadı. "Önceliğimiz savunmayı güçlendirmek. Emre, seninle birlikte hasar gören panelleri gemiden sökebileceğimiz daha sağlam parçalarla değiştireceğiz. Arda, sen de sensör ağını yeniden düzenle. Gözcülerin yaklaştığını daha erken fark etmemiz lazım. Belki bir tür erken uyarı sistemi kurabiliriz."
Sonra Gizem ve Alya'ya döndü. "Siz ikiniz de dinlenin. Özellikle sen Alya, dün gece çok yıprandın." Alya, minnettar bir ifadeyle başını salladı. "Ama dinlenirken bile gözünüzü dört açın. Üçüncü modülün o kırık penceresini sağlam bir şeyle acilen kapatmamız gerekecek."
Toplantı, yapılacakların genel bir çerçevesi çizildikten sonra sona erdi. Herkesin yüzünde yorgunluk ve endişe vardı ama Poyraz'ın kararlı duruşu, onlara bir nebze olsun güven veriyordu. Gizem, Alya'nın koluna girerek ona destek oldu. İki genç kadın, sessizce hasar görmüş ikinci modülün yanından geçerek, o gece kabuslarına ev sahipliği yapan üçüncü modüle doğru yürüdüler. Gizem, Arda'nın kendilerine doğru attığı son bir endişeli bakışı yakaladı ve istemsizce gülümsedi. Bu küçük anlar, bu cehennemdeki tek tesellileriydi.
Sabahın ilk, soluk ışıkları sisin arasından sızmaya başladığında, modüllerin etrafındaki yıkım daha net bir şekilde ortaya çıktı. Poyraz ve Arda, ellerinde silahları, temkinli adımlarla dışarı çıktılar. İlk hedefleri, bir önceki gece Poyraz'ın indirdiğini söylediği Gözcü'nün cesedini incelemekti. Bu, o yaratıkların biyolojisi hakkında hayati bilgiler sunabilirdi.
Ancak, cesedin olması gereken yere vardıklarında, şok edici bir manzarayla karşılaştılar. Ceset yoktu. Yerinde, sadece donmuş toprağın üzerinde derin pençe izleri, boğuşma belirtileri ve bir şeyin zorla sürüklenerek götürüldüğünü gösteren bariz izler vardı.
Poyraz, telsizle durumu diğerlerine bildirdiğinde, Gizem'in kanı dondu. "Ceset... gitmiş," dedi Poyraz'ın sesi, telsizde şaşkınlık ve endişeyle yankılanıyordu. "Sanki... sanki gelip almışlar."
Arda ekledi: "Burada, yerde derin sürüklenme izleri var. Başka Gözcülerin ayak izlerine benziyor. Ölülerini... ölülerini geri mi almışlar?"
Bu olasılık, herkesin zihninde yeni ve daha da korkutucu sorular doğurmuştu. Eğer Gözcüler ölülerini geri alacak kadar organize bir davranış sergiliyorlarsa, bu onların sandıklarından çok daha gelişmiş bir sosyal yapıya, belki de bir tür kabile veya klan bilincine sahip oldukları anlamına mı geliyordu? Bu, onların sadece vahşi hayvanlar değil, aynı zamanda düşünen, plan yapan ve belki de... yas tutan varlıklar olabileceğine mi işaretti? Ve o gece duydukları o devasa, acı dolu çığlık... Acaba ölen Gözcü için atılmış bir ağıt mıydı? Ya da daha da kötüsü, bir intikam yemini mi? Nyxera'nın sırları, her geçen saat daha da derinleşiyor, daha da tekinsiz bir hal alıyordu.
Poyraz "Dinleyin beni," dedi, sesi yorgun ama her zamanki gibi keskin ve emrediciydi. "Dün geceyi atlattık. Ama bu sadece bir başlangıç olabilir. Hasarımız büyük." Bakışlarını Emre'ye çevirdi. "Rapor ver."
Emre, gözlerinin altındaki koyu halkalar ve yüzündeki kurumuş ter izleriyle bitkin görünüyordu. "İkinci modül... Komutanım, neredeyse gitti. Ana taşıyıcı kolonlardan biri eğilmiş, dış duvarın yarısı yok. Enkazdan farksız. Orayı temel ihtiyaçlar (banyo/tuvalet ve depo) için bile yeniden ayağa kaldırmak çok zaman alacak. Birinci modülün ana gözetleme penceresi çatlak, her an dağılabilir. Üçüncü modülün de o küçük gözetleme penceresi, Gözcü'nün saldırısıyla kırılmış ve çerçevesi yamulmuş." Her bir kelimesi, durumun vahametini acı bir şekilde ortaya koyuyordu.
Poyraz başını salladı. "Anlaşıldı. Emre, ikinci modülün enkazından kurtarabileceğimiz ne kadar tesisat, panel veya işe yarar parça varsa bir envanter çıkar ve sökümüne başla. Orayı en azından ilkel bir depo ve atık alanı olarak kullanabileceğimiz bir hale getirmemiz gerekebilir. Arda, sen de birinci modüldeki ana pencereyi ve diğer yapısal zayıflıkları hallet. O çatlak büyümeden bir çözüm bulmalıyız. Üçüncü modüldeki kırık pencere de acil onarılmalı; Alya ve Gizem orada kalıyor, güvenlikleri önemli."
Ardından mürettebatla yeni savunma stratejilerini tartışmaya başladı. "Gece nöbetlerini iki katına çıkarıyoruz. Tek bir kişi bile gözünü kırpmayacak. Modüllerin etrafına gemiden söktüğümüz sensörlerle bir tür erken uyarı hattı kuracağız. Belki basit, ses çıkaran tuzaklar bile işe yarayabilir. O yaratıkların bir daha bizi bu kadar hazırlıksız yakalamasına izin vermeyeceğiz." Herkes Poyraz'ı sessizce dinliyor, hayatta kalmanın incecik bir ipe bağlı olduğunu biliyordu.
Poyraz, konuşmasını bitirdikten sonra Arda ve Gizem'e döndü. "Arda, birinci modülün penceresi öncelikli ama üçüncü modüldeki o kırık pencereyi de en kısa sürede onarman gerekiyor. Gizem, sen de Arda'ya yardım et. Önce üçüncü modüldeki pencereyi halledin."
Arda ve Gizem üçüncü modüle geçtiklerinde, Arda gemiden kurtardığı metal bir levha, sızdırmazlık macunu ve birkaç aletle işe koyulmuştu bile. Kırık pencere, Gözcü'nün vahşi saldırısının bir hatırası gibiydi; camın bir kısmı içeri patlamış, metal çerçevesi bir tarafa doğru tehlikeli bir şekilde eğilmişti. Gizem de ona yardım ediyor, eğilen çerçeveyi düzeltmeye çalışırken Arda'nın talimatlarını dinliyor, vidaları sıkıyor, levhanın tam oturması için ince ayarlar yapıyordu. Başlangıçta ikisi de sessizce, sadece işlerine odaklanmış bir şekilde çalıştılar. Modülün içindeki o dar alanda, omuzları ara sıra birbirine değiyor, Gizem her seferinde içini tatlı bir ürperti kaplıyordu.
"Akademideki o eski simülatörleri hatırlıyor musun?" dedi Arda aniden, sessizliği bozarak. Sesi, her zamanki o raporcu tondan biraz daha yumuşaktı, sanki o anki gerginliği dağıtmak ister gibiydi. "Hani şu sürekli arıza yapan, bizi en olmadık zamanlarda yarı yolda bırakanlar."
Gizem gülümsedi, bu beklenmedik konu değişikliği hoşuna gitmişti. "Hangisini kastediyorsun? Neredeyse hepsi öyleydi. Özellikle Profesör Kazım'ın 'kara delikten kaçış' senaryosu... Kaç kere o simülatörün içinde sıkışıp kalmıştık, sistem yeniden başlatılana kadar."
Arda güldü. Bu, Gizem'in uzun zamandır duymadığı, içten ve genç bir gülüştü; modülün metal duvarlarında yankılanırken Gizem'in de yüzüne bir tebessüm yayılmıştı. "Evet, tam bir baş belasıydı. Ama itiraf et, o zamanlar bile en zorlu durumlardan bir çıkış yolu bulurdun." Arda, bir an için elindeki aleti bırakıp Gizem'e döndü. Gözlerinde, daha önce pek görmediği, sıcak bir takdir ifadesi vardı. "Burada da öylesin. Dün gece... Alya'ya olan desteğin, o korkunç yaratıkla yüzleşirken bile sakin kalmaya çalışman... Gerçekten metanetlisin Gizem."
Gizem'in yanakları kızarmıştı. Arda'dan böyle içten bir iltifat duymak, onu hem şaşırtmış hem de çok mutlu etmişti. Kalbi hızla çarparken, kelimeleri bulmakta zorlandı. "Sen de... sen de kriz anlarında inanılmaz soğukkanlısın Arda. O ilk çarpışma anında, gemi düşerken bile... Herkes panik içindeyken sen hala verileri analiz ediyordun. Zekana her zaman hayran kalmışımdır."
Bu küçük, samimi itiraflar, aralarındaki o görünmez buzları biraz daha eritmişti. Birbirlerine daha rahat bakıyor, daha kolay gülümsüyorlardı. Pencerenin onarımı neredeyse bitmek üzereydi. Arda, metal levhanın son vidalarını sıkarken, Gizem de sızdırmazlık macununu kontrol ediyordu.
Tam o sırada, Poyraz'ın sesi telsizden duyuldu: "Arda, Gizem, üçüncü modüldeki işiniz bittiyse, Arda sen birinci modülün penceresine geç. Gizem, sen de Emre'ye ikinci modülün enkazından bazı malzemeleri toplaması için yardım et. Emre tek başına yetişemiyor ve oradan kurtaracağımız her parça önemli."
Bu yeni görevle birlikte Gizem ve Arda, tehlikeli ve büyük ölçüde yıkılmış olan ikinci modüle doğru ilerlediler. İçerisi, Gözcü saldırısının vahşetini daha net bir şekilde sergiliyordu; duvarın bir kısmı tamamen çökmüş, etrafa metal parçalar ve kopmuş kablolar saçılmıştı. Burası artık bir banyo ve tuvalet alanı olmaktan çok, bir enkaz yığınını andırıyordu. Dikkatle adım atarak, Emre'nin işaretlediği, potansiyel olarak kurtarılabilecek boru ve tesisat parçalarını aramaya başladılar.
Gizem, eğilmiş bir metal dolabın arkasındaki sağlam kalmış bir bakır boruyu çekmeye çalışırken, ayağının altındaki gevşek bir zemin kaplaması bir anda kaydı. "Aman!" diye küçük bir çığlık attı. Dengesini kaybetmiş, yıkık duvarın kenarındaki boşluğa doğru düşmeye başlamıştı.
Arda, inanılmaz bir refleksle elindeki keskiyi fırlatıp Gizem'e doğru atıldı. Onu belinden yakaladı, düşmesine ramak kala kendine doğru çekti. Gizem, bir anda kendini Arda'nın kollarında bulmuştu. Bir eli, destek için Arda'nın omzuna sıkıca tutunmuş, diğeri ise istemsizce onun göğsüne yaslanmıştı. Kalbi, göğüs kafesinin altında bir kuş gibi çırpınıyordu. Başını kaldırdığında, yüzlerinin yine o tehlikeli, karşı konulmaz yakınlıkta olduğunu fark etti. Arda'nın sıcak nefesi, saç diplerini karıştırıyor, teninde tatlı bir ürperti yaratıyordu. Gizem, Arda'nın gözlerinin içine baktı; o an orada, o her zamanki ifadenin ardında, sadece bir anlık endişe değil, aynı zamanda açık, yadsınamaz bir arzu gördü. Dudakları, sanki kendi iradesi dışında, hafifçe aralanmıştı. Arda da bakışlarını Gizem'in dudaklarına indirmiş, sonra yeniden gözlerine kilitlemişti. Yavaşça, neredeyse fark ettirmeden ona doğru eğilmeye başladı. Aralarındaki o birkaç santimlik mesafe, elektrik yüklü bir beklentiyle doluydu. Öpüşeceklerdi... Gizem bundan emindi. Ve o an, Nyxera'nın tüm dehşeti, tüm tehlikeleri bir an için silinmiş, sadece Arda ve onun yakıcı varlığı kalmıştı.
Tam o kaçınılmaz, o tatlı an gerçekleşmek üzereyken, ikinci modülün yamulmuş ve yerinden oynamış kapısının aralığından Alya'nın sesi duyuldu, ardından da kendisi içeri adımını attı. "Arda, Gizem, bir saniye Poyraz Komutan bazı sensör verilerini... Aa!" Alya, gördüğü manzara karşısında bir an için kapının eşiğinde donakaldı. Gizem ve Arda, yıkık dökük modülün ortasında, birbirlerine sarmaş dolaş, nefes nefese bir halde ona bakıyorlardı. Alya'nın yüzünde önce bir şaşkınlık, ardından muzip ama aynı zamanda biraz da mahcup bir ifade belirdi. "Şey... galiba... yanlış bir zamanda mı geldim?"
Gizem ve Arda, sanki suçüstü yakalanmış çocuklar gibi hızla birbirlerinden ayrıldılar. Gizem'in yanakları utançtan ve kesilen o anın yarattığı hayal kırıklığından dolayı kıpkırmızıydı. Kalbi hala deli gibi çarpıyordu. Arda da ne diyeceğini bilemez bir halde boğazını temizledi, bakışlarını kaçırdı.
"Yo-yok Alya, ne yanlışı..." diye kekeledi Gizem, sesinin titremesine engel olamayarak. "Tam da... tam da şu boruları inceliyorduk, değil mi Arda?"
Arda, "E-evet, evet, borular... çok önemli borular," diye mırıldandı, o da en az Gizem kadar dağılmış görünüyordu.
Alya, Gizem'in kıpkırmızı yüzüne ve Arda'nın ne yapacağını bilemez haline bakarak durumu anlamıştı ama bilgece bir tebessümle konuyu değiştirdi. Ancak Gizem, Alya'nın o her şeyi anlayan, biraz da alaycı bakışlarından kaçamamıştı. İçten içe hem o büyülü anın Alya tarafından böyle acemice bölünmesine hayıflanıyor hem de düştüğü bu durumdan dolayı yanaklarının daha da alevlendiğini hissediyordu.
Alya, elindeki veri tabletini göstererek yanlarına gelme sebebini açıkladı. "Poyraz Komutan'dan izin aldım," dedi, sesi her zamanki bilimsel heyecanını taşıyordu. "Üssün hemen yakınındaki, dün Gece Gözcülerin saldırdığı vadiye kısa bir keşif yapmak istiyorum. Belki Gözcülerin bıraktığı başka izler bulabiliriz. Komutan da benimle gelecek. Çok uzaklaşmayacağız, sadece çevreyi kontrol edeceğiz."
Kısa bir hazırlığın ardından Poyraz ve Alya o tekinsiz vadiye doğru yola çıktılar. Hava her zamanki gibi sisli ve boğucuydu. Üssün çok yakınına kadar sokulmuş olan Gözcü saldırısının vahşi izleriyle karşılaştılar. Etrafa saçılmış, parçalanmış Kristalot leşleri, toprağın üzerindeki derin pençe ve sürüklenme izleri, bir önceki gece yaşanan dehşeti gözler önüne seriyordu. Poyraz ve Emre etrafı dikkatle kolaçan ederken, Alya'nın dikkatini asıl çeken şey, Kristalot leşlerinin sırtlarından kopmuş, etrafa dağılmış olan o kristal benzeri yapılardı. Saldırı sırasında bu kristallerin çoğu kırılmış, parçalanmıştı. Ancak bazı kırık parçaların, sisin içinde bile fark edilebilen, soluk, neon benzeri bir ışıkla parladığını fark etti. Bu, daha önce görmediği bir şeydi. Merakla, eldivenli elleriyle bu parlak kristal parçalarından birkaç numune topladı.
Alya, topladığı Kristalot parçalarını ve özellikle o tuhaf bir şekilde ışıldayan kristalleri üçüncü modüldeki derme çatma laboratuvarına getirdiğinde, Gizem de merakla onun yanına geldi. Bu kez Gözcülerin saldırı yöntemlerine ya da bıraktıkları izlere değil, Kristalotların kendi biyolojisine ve özellikle sırtlarındaki o esrarengiz kristal oluşumların yapısına odaklanmıştı.
Gizem'in de yardımıyla, Alya Kristalot'un sırtından aldığı daha büyük bir kristal parçasını dikkatlice incelemeye başladı. Kristalin yapısı oldukça ilginçti; sanki üst üste binmiş ince, saydam katmanlardan oluşuyor ve içinde, neredeyse bir damar ağını andıran, incecik, koyu renkli kanallar barındırıyordu. Alya, gemiden kurtardıkları basit ama işlevsel sensörlerle kristalin üzerinde çeşitli ölçümler yaptı. Bir süre sessizce, konsantre bir şekilde çalıştı. Gizem, onun yüzündeki ifadenin yavaş yavaş nasıl değiştiğini, şaşkınlığın yerini nasıl heyecana bıraktığını izliyordu.
Aniden Alya, yerinden fırladı. Gözleri inanmaz bir şekilde parlıyordu. "Gizem! Gizem, bu... bu inanılmaz! Olamaz!" diye bağırdı, sesi sevinç ve hayretle titriyordu. Elindeki sensörün ekranını Gizem'e doğru tuttu. "Bak! Bu kristallerde... bu kristallerde yoğun bir enerji potansiyeli var! Bu bir tür... biyo-enerji ya da belki piezoelektrik bir özellik! Kristaller, belki Kristalotların metabolik süreçleriyle ya da Nyxera'nın atmosferindeki o tuhaf parçacıkları bir şekilde emerek bu enerjiyi biriktiriyor! Eğer... eğer bu enerjiyi kontrollü bir şekilde açığa çıkarabilirsek..." Alya'nın nefesi kesilmişti. Beyni, bu keşfin getirebileceği olasılıklarla dolup taşıyordu.
"Ne demek istiyorsun Alya?" diye sordu Gizem, onun bu coşkusuna anlam vermeye çalışarak.
"Demek istiyorum ki Gizem," dedi Alya, gözleri bir dâhilin gözleri gibi parlayarak, "belki de bu lanet gezegen bize sadece ölüm değil, aynı zamanda hayatta kalmak için bir anahtar da sunuyor! Bu enerjiyle... gemiden kurtardığımız bazı basit elektrikli aletleri çalıştırabiliriz! Düşünsene! Daha güçlü, sürekli bir ışık kaynağı! Belki küçük bir elektrikli ısıtıcıyla modülleri biraz daha yaşanabilir hale getirebiliriz! Buzları eritmek için daha verimli bir düzenek kurabiliriz! Hatta... hatta belki de modüllerin etrafına alçak voltajlı bir elektrikli çit kurarak o Gözcüleri bizden uzak tutabiliriz! Onları öldürmese bile, en azından caydırıcı olabilir!"
Alya'nın üçüncü modülden birinci modüle doğru koşarken attığı "Enerji! Bu kristallerde enerji var!" çığlıkları, Gözcü saldırısının yarattığı o ağır, kasvetli havayı bir anda dağıtmıştı. Poyraz, Emre ve Arda, genç bilim kadınının heyecandan parlayan gözlerine ve elinde salladığı, soluk bir ışıkla parıldayan kristal parçasına şaşkınlıkla bakakaldılar.
Alya, nefes nefese, bulgularını bir çırpıda anlattı: Kristalotların sırtındaki o yapıların sadece bir zırh olmadığını, aynı zamanda inanılmaz bir enerji depoladığını, bunun muhtemelen piezoelektrik bir özellikten kaynaklandığını ve bu enerjiyi kullanarak üslerine güç sağlayabileceklerini...
"Yani," dedi Poyraz, Alya'nın sözlerini sindirmeye çalışarak, "Bu taş parçaları... bize elektrik mi verecek diyorsun?" Sesindeki şüphecilik barizdi ama Alya'nın sarsılmaz özgüveni ve Arda'nın anında ilgiyle kristale doğru eğilmesi, Poyraz'ı da meraklandırmıştı.
"Tam olarak öyle Komutanım!" dedi Alya, sesi coşkuyla titriyordu. "Eğer Kristalotların hareketleri, kas kasılmaları ya da Nyxera'nın atmosferik basıncı bu kristallere sürekli bir mekanik stres uyguluyorsa, içlerinde bir elektrik yükü birikiyor olabilir. Bakın, şu içindeki damar benzeri kanallar... Bunlar doğal bir iletken ağı olabilir!"
Arda, kristali Alya'nın elinden alıp dikkatle incelemeye başladı. Parmaklarıyla hafifçe bastırdığında, kristalin içindeki o soluk parıltının anlık olarak güçlendiğini fark etti. "Piezoelektrik... Mantıklı," diye mırıldandı. "Eğer doğruysa, uygun bir enerji toplama devresiyle bu kristallerden doğrudan akım çekebiliriz. Gemiden kurtardığımız bazı basit elektronik bileşenler ve kablolarla bunu deneyebiliriz." Gözleri, bir bilim insanının çözülmeyi bekleyen bir bulmacayla karşılaştığındaki o tanıdık parıltıyla ışıldıyordu.
Emre de konuya dahil olmuştu. "Bir tür... biyolojik pil gibi mi yani?" diye sordu, pratik zekası hemen olası uygulamaları düşünmeye başlamıştı. "Eğer bu enerjiyi stabilize edebilirsek... aydınlatma, belki küçük bir ısıtıcı..."
Poyraz, üçünün yüzündeki o bilimsel heyecanı ve umudu görünce, "Pekala," dedi. "Denemekten zarar gelmez. Hatta, şu an için en büyük umudumuz bu olabilir. Alya, Arda, Emre... Bu iş sizin. Bu kristallerden nasıl faydalanabileceğimizi bulun. Ama dikkatli olun. Ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz bir şeyle uğraşıyoruz."
Bu yeni umut ışığıyla birlikte, üs yeniden hareketlenmişti. Alya, daha fazla kristal örneği ve veri toplamak için tekrar vadiye gitmek istedi ama Poyraz, Gözcülerin ne yapacağı belli olmadığından bunun tehlikeli olacağına karar verdi. Şimdilik ellerindeki örneklerle çalışacaklardı.
Emre, birinci modülün hasarlı ana gözetleme penceresini geçici olarak metal bir levhayla kapatırken, Arda ve Alya üçüncü modüldeki derme çatma laboratuvarlarına çekildiler. Gizem de onlara katıldı; hem merak ediyor hem de bir şekilde yardım edebileceğini düşünüyordu.
Saatler boyunca, üçlü hummalı bir çalışma içine girdi. Alya ve Arda, kristallerin yapısını, enerji potansiyelini ve bu enerjinin en verimli nasıl açığa çıkarılabileceğini anlamaya çalışıyordu. Emre, geminin enkazından kurtardıkları elektronik parçaları -dirençler, kapasitörler, eski devre kartları ve bir sürü kablo- masanın üzerine yaymış, Alya'nın ölçümlerine ve teorilerine dayanarak basit bir enerji toplama ve dönüştürme devresi tasarlamaya çalışıyordu. Gizem ise onlara alet getiriyor, notlar tutuyor, bazen de sadece sessizce onları izleyerek moral veriyordu.
Emre'nin parmakları, incecik kabloları lehimlerken şaşırtıcı bir maharetle hareket ediyordu. Yüzündeki o her zamanki güler yüzlü ifade yerini yoğun bir konsantrasyona bırakmıştı. Alnında biriken ter damlalarını ara sıra elinin tersiyle siliyor, Arda ile sürekli fısıltıyla bir şeyler tartışıyordu.
"Eğer kristale doğrudan bir basınç uygulayıp, oluşan potansiyel farkını bu kapasitörlerde depolayabilirsek..." diye mırıldandı Arda bir ara, elindeki küçük bir devre şemasına bakarak. Alya başıyla onayladı. "Ama basıncı sürekli ve kontrollü bir şekilde nasıl sağlayacağız? Ve açığa çıkan enerji ne kadar stabil olacak? Dalgalanmalar diğer ekipmanlara zarar verebilir."
Bu türden teknik tartışmalar saatlerce sürdü. Zaman zaman umutsuzluğa kapıldıkları, tasarımlarının işe yaramadığı anlar oldu. Birkaç küçük kristal parçasını test ederken beklenmedik kıvılcımlar çıktı, bir keresinde Arda'nın elindeki bir devre kartı hafifçe yandı. Ama pes etmediler. Hayatta kalma içgüdüsü ve bu yeni keşfin heyecanı, onları ayakta tutuyordu.
Sonunda, Nyxera'nın o bitmek bilmeyen alacakaranlığı çökmeye başladığında, Arda elindeki son bağlantıyı da yaptı. Alya'nın getirdiği daha büyük, parlak kristal parçalarından birini, kendi yaptığı basit bir mengeneye benzeyen bir düzeneğe yerleştirdi. Mengenenin kollarını yavaşça sıkarak kristale baskı uygulamaya başladı. Kristalden çıkan soluk ışık giderek güçleniyordu. Arda, devrenin diğer ucuna bağladığı, gemiden söktükleri küçük bir LED lambaya baktı.
Bir anlık sessizlik oldu. Herkes nefesini tutmuştu. Ve sonra... o küçük LED lamba, önce titrek bir şekilde, ardından daha da güçlenerek yanmaya başladı! Beyaz bir ışık, üçüncü modülün içini aydınlatıyordu.
"Başardık!" diye bağırdı Alya, sevinçle Arda'nın boynuna sarılarak. Arda, bu ani temasla bir an şaşırsa da, o da gülüyordu. Gizem'in de gözleri dolmuştu. Bu, sadece yanan bir lamba değildi; bu, umudun ışığıydı. Bu, Nyxera'nın onlara sunduğu bir armağandı.
Hemen Poyraz'ı çağırdılar. O'da gördüğü manzara karşısında hayretini gizleyemedi. Poyraz'ın yüzünde, uzun zamandır görmedikleri, içten bir gülümseme vardı. "İnanılmaz... Gerçekten inanılmaz çocuklar," dedi, sesi hayranlıkla doluydu. "Bu... bu her şeyi değiştirebilir."
O gece, birinci modülde küçük, neredeyse çocuksu bir sevinçle doğaçlama bir kutlama yapmaya karar verdiler. Arda ve Emre, Alya'nın heyecanlı direktifleriyle daha fazla kristal kullanarak ve kendi yaptıkları devreyi biraz daha geliştirerek, modülün tavanına birkaç LED lamba daha bağlamayı başardılar. Artık modülün içi, o kasvetli, ruhsuz acil durum ışıklarının yerine, daha parlak, daha sıcak, neredeyse umut veren bir ışıkla aydınlanıyordu. Hatta Emre, gemiden kurtardığı küçük bir elektrikli ısıtıcıyı da bu yeni "kristal pile" bağlamayı denedi. Isıtıcı, tüm modülü bir hamam gibi yapmasa da, en azından Nyxera'nın o iliklere işleyen, kemikleri sızlatan soğuğunu bir nebze olsun kırmayı başarmıştı.
Artık modüllerin içinde o kalın, hareket kabiliyetini kısıtlayan, her daim bir tehlikeyi hatırlatan rahatsız uzay kıyafetleriyle dolaşmak zorunda değillerdi. Herkes, gemideki kişisel eşyalarından geriye kalan en rahat kıyafetlerini -tişörtlerini, eşofman altlarını, pijamalarını- giymişti. Gizem, üzerine geçirdiği yumuşak pamuklu, eskimiş ama hala en sevdiği tişörtün ve ince eşofman altının tenine değdiğini hissettiğinde, aylardır, belki de Dünya'dan ayrıldığından beri ilk kez kendini bu kadar... normal, bu kadar insan gibi hissetmişti. Sanki o an, o küçük, aydınlık modül, Nyxera'nın ortasında küçük bir Dünya parçasıydı.
Alya, filtrelediği temiz Nyxera suyunu, gemiden kurtardıkları birkaç metal mataraya doldurmuştu. Bir mataranın kapağını, sanki pahalı bir şarap şişesini açar gibi bir özenle, hafif bir tıslama sesi çıkararak açtı. "Haydi bakalım millet!" dedi, sesi kristallerin ışığı gibi pırıl pırıl ve neşeliydi. "Nyxera'nın ilk yerli enerji kaynağına ve hala hayatta olmamıza!"
Mataralar, şakayla karışık bir ciddiyetle tokuşturuldu. Poyraz, mataradaki sudan büyük bir yudum aldıktan sonra Alya'ya döndü. "Alya... sana ne kadar teşekkür etsek az. Gerçekten. O ilk gün su, şimdi de bu enerji... Sen olmasaydın... bilmiyorum nerede olurduk." Sesindeki o her zamanki komutan tonu gitmiş, yerine samimi bir minnettarlık gelmişti. Emre de başıyla Poyraz'ı onayladı. "Haklısın Komutanım. Alya'nın bu bitmek bilmeyen merakı ve o keskin zekası olmasa, sanırım çoktan pes etmiştik ya da birbirimizi yemiştik." Bu sözler, modülde kısa bir kahkaha tufanına neden oldu.
Alya'nın yanakları, bu içten övgülerle tatlı bir pembeye bürünmüştü ama o her zamanki alçakgönüllülüğüyle gülümsedi. "Asıl teşekkür Gizem'e," dedi, gözleri minnetle Gizem'e bakıyordu. "O ilk gün, gemi düştüğünde... beni hayata döndüren oydu. Bilincim gidip gelirken onun sesini duyuyordum. Eğer o olmasaydı, bu keşiflerin hiçbirini yapamazdım. Benim asıl kahramanım o."
Gizem, Alya'nın bu içten sözleriyle hem duygulanmış hem de biraz utanmıştı. "Saçmalama Alya," dedi, onun koluna hafifçe vurarak. "Hepimiz birbirimize destek oluyoruz. Burası bir ekip işi. Birimiz olmadan diğerimiz de olmazdı." İki genç kadın, o an kelimelere dökülmeyen, sadece kalplerinin anladığı bir duyguyla birbirlerine sarıldılar. Bu, zorlukların içinde dövülmüş, çelik gibi sağlam, samimi bir kardeşliğin en saf ifadesiydi.
Kutlama, o küçük, sıcacık ve şimdi daha aydınlık olan modülde, kahkahalar, eski anılar ve geleceğe dair ürkek umutlarla dolu sohbetlerle devam etti. Herkes, bir an için bile olsa, Nyxera'nın ölümcül tehlikelerini, o kabus gibi Gözcü saldırısını, dışarıdaki o tekinsiz karanlığı unutmuş gibiydi. Gizem, Arda'nın da bu neşeli ortama katıldığını, Emre ile omuz omuza bir şeyler hakkında şakalaştığını, hatta Poyraz'a bir anısını anlatırken içtenlikle gülümsediğini gördü. Ancak Arda ile göz göze geldiklerinde, ikisinin de yüzünde ikinci modüldeki o enkazın ortasında Alya tarafından acemice kesilen o anın yarattığı o tatlı, gergin, biraz da mahcup ifade beliriyordu. Gizem, Arda'nın bakışlarındaki o derinliği, o henüz kelimelere dökülmemiş ama her halinden belli olan o yoğun çekimi her fark ettiğinde, kalbi sanki göğüs kafesinden fırlayacakmış gibi hızla çarpıyor, yanakları istemsizce yanıyordu.
Gece ilerleyip, yorgunluğun o tatlı ağırlığı herkesin üzerine çökmeye başladığında, Poyraz ayağa kalktı. "Pekala millet, bu güzel gece için hepinize teşekkürler. Uzun zamandır bu kadar... rahatlamamıştık. Ama unutmayın, tehlike hala dışarıda, o sisin ardında bizi bekliyor. Nöbetler aksamadan devam edecek." Arda ile birlikte ilk nöbeti devralmak için hazırlanmaya başladılar.
Gizem ve Alya da kendi modüllerine, üçüncü modüle geçtiler. İçerisi, yeni kurulan birkaç LED lambayla artık daha aydınlık ve Emre'nin küçük ısıtıcısı sayesinde biraz daha sıcaktı. O kalın, boğucu, her hareketlerini kısıtlayan uzay kıyafetleriyle uyumak yerine, şimdi rahat pijamalarıyla yumuşacık uyku tulumlarına girmek, inanılmaz bir lükstü.
"Bugün... bugün gerçekten iyi bir gündü, değil mi Gizem?" dedi Alya, uyku tulumunun fermuarını çekerken. Yüzünde, günün yorgunluğuna rağmen tatlı bir tebessüm vardı. Gizem gülümsedi. "Evet... Kesinlikle. Uzun zamandır ilk defa... içimde bir şeyler kıpırdadı. Umut gibi bir şey."
Alya, heyecanla yerinde doğruldu. "O enerji kristalleri! Düşünsene Gizem, bu ne anlama geliyor! Belki... belki geminin ana iletişim sistemlerinin bir kısmını çalıştırıp, daha önce o imkansız görünen, güçlü yardım sinyalini şimdi yollayabiliriz! Buradan kurtulabiliriz!" Alya'nın gözleri yeniden o bilimsel heyecanla, neredeyse çocuksu bir coşkuyla parlamıştı.
Gizem, onun bu bulaşıcı coşkusuna ortak oldu. "Belki de... Neden olmasın Alya? Artık hiçbir şey imkansız gelmiyor."
İki genç kadın, o gece, Nyxera'nın o tekinsiz sessizliğinde, yeni keşfettikleri bu enerji kaynağının getirdiği umutları, hayallerini ve tabii ki Arda'yı konuşarak, kıkırdayarak fısıldaşmaya başladılar. Birbirlerine gün içinde yaşadıklarını, hissettiklerini, korkularını ve o minicik umut kırıntılarını anlatıp durdular.
"Şey... Gizem," dedi Alya bir an duraksayarak, sesi biraz daha ciddileşmişti. "Bugün... ikinci modüldeyken... Arda ile sizi böldüğüm için... gerçekten özür dilerim. Yani... çok patavatsızca oldu." Yanakları hafifçe kızarmıştı.
Gizem'in de yanakları alev almıştı o anı hatırlayınca. "Yo-yok Alya, ne özrü... Olur öyle şeyler. Zaten... sadece enkazı inceliyorduk." Ama sesindeki o hafif titreme ve gözlerini kaçırması, pek de öyle olmadığını ele veriyordu. Alya, Gizem'in bu haline tatlı tatlı gülümsedi. "Tamam canım, sen öyle diyorsan." dedi.
Heyecandan ve günün getirdiği o yoğun duygulardan olsa gerek, ikisinin de uykusu bir türlü gelmiyordu. Modülün kapısı hafifçe tıklandığında ikisi de irkilerek sustu. Kapı aralandı ve Poyraz ile Arda'nın siluetleri belirdi. İkisi de, Gizem ve Alya'yı uyuyor sandıkları için sessizce girmişler, ancak onları uyanık ve fısıldaşırken bulunca şaşırmışlardı.
Poyraz, yüzünde yorgun ama anlayışlı bir ifadeyle, "Kusura bakmayın hanımlar, sizi uyandıracaktık ama anlaşılan uykuya pek niyetiniz yokmuş," dedi, sesinde hafif bir tebessüm vardı. "Nöbet değişimi. Alya, Emre... sıra sizde. Biz de biraz kestirelim."
Arda da Gizem'e bakarak gülümsüyordu. O gülümseme, Gizem'in kalbini yine yerinden oynatmıştı.
Alya esneyerek, "Tamam Komutanım, hemen geliyoruz," dedi. Gizem'le birbirlerine son bir iyi geceler dileğinde bulunup modülden çıktılar.
Gizem, uyku tulumunun içinde yalnız kalmıştı. Ama bu kez içi o ilk günlerdeki gibi korkuyla değil, tatlı bir huzursuzlukla doluydu. Gözlerini kapadı. Zihninde bugünün olayları bir film şeridi gibi geçiyordu. Alya'nın o sevinç çığlıkları, kristallerin o soluk, umut veren ışığı, birinci modüldeki o sıcacık kutlama... Ve Arda... Arda'nın o endişeli bakışları, o içten iltifatları, o kesilen öpücük anı... İstemsizce gülümsedi. Gelecek ne getirirdi bilinmezdi. Nyxera hala ölümcül bir gezegendi, Gözcüler hala bir tehditti. Ama bugün, ilk defa, geleceğe dair küçük bir umut yeşermişti içinde. Alya ile ettiği o samimi sohbetler, ona yalnız olmadığını hissettirmişti. Diğer modülde, belki de şu anda kendisi gibi uyumaya çalışan Arda'yı düşündü. Onun o sakin yüzünü, uyurken alnına düşen o dağınık kumral saçlarını hayal etti. Bir gün, belki de çok yakında, o kesilen an tamamlanacaktı. Bu düşünceyle, dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle, Nyxera'nın o tekinsiz ama bu gece biraz daha az korkutucu gelen karanlığında, huzurlu bir uykuya daldı.